28 Şubat 2013 Perşembe

Ne zaman

Seni ne zaman düşünsem
Saçımdan bir tel beyazlıyor

Seninle ne zaman konuşsam
Dilim tutulup konuşamıyorum

Sana ne zaman dokunsam
İçime bir ürperti geliyor

Şimdi kalbim sızlıyor
Acaba beni mi düşünüyorsun?

İnsan Vardır


İnsan vardır; sevdiğini hiç belli etmez sevgisi içindedir.
İnsan vardır; sevdiğini “seni seviyorum” kelimesini hep haykırır.
İnsan vardır; sevdiğine sevgisini sarılarak, öperek belli eder. 
İnsan vardır; sevdiğini kıskanır, esen yelden, güneş ışığından.
İnsan vardır; sevdiğinin gözlerine yüzüne bakamaz nazarı değer diye.
İnsan vardır; sevdiğinin kulağına hep güzel sözler fısıldar.
İnsan vardır; erkeğin gözüyle, kadının kulağıyla sevdiğine inanır.
İnsan vardır; özlemeyi, özlenmeyi sever, tıpkı benim gibi. 


Cnn Türk

Şu haber kanallarının 3G bağlantı ile yayın yapmasına çok kızıyorum…

Dünyanın en büyük haber kanalı olan CNN televizyon kanalının Türkiye’deki temsilcisi olan CNNTURK haber kanalının 3G bağlantı ile yayın yapması tam bir rezillik, çünkü ülkemizde 3G bağlantı Türkiye’de daha yeni olduğundan çok düşük ve basit bir iletişim sağlanıyor. Bu basit bağlantı yüzünden de, CNNTURK 3G ile bağlantı yaptığında hem ses hem de görüntü çok kötü oluyor.

Zaten çok düşük basit bir bağlantı alıyorlar, birde her yere 3G ile bağlanıyorlar. Ben CNN olacağım, Türkiye’deki CNNTURK’ün elinden isim hakkını alırım. CNNTURK kanalının halkına saygısı yok anlıyorum, ama dünyaca ünlü CNN’nin yayın politikasının yerden yere vurulmasına neden izin verir bilmiyorum. 

24 Şubat 2013 Pazar

"Seni Müslümanlığa davet ediyorum"

Biraz önce odamın penceresinden sokakta top oynayan çocukları seyrediyorum, koşuşturmalarını bağırışlarını duyuyorum, azıcık rahatsız olsam da oyun oynamak onların hakkı diye düşünüyorum. 

Zaten o çocuklara oyun oynama alanı bırakmadık... 

Beni pencerede gören çocukluktan tekerlekli sandalyeli bir arkadaşım ile muhabbet etmeye başladık, arkadaş bizim sokakta oturuyor ve o da tekerlekli sandalyede yaşamını sürdüren bir kişi.

İki üç dakika kadar konuştuktan sonra, bana şöyle bir şey sarf etti “Apo seni bizim tarafa davet ediyorum” dedi, “ne” dedim. “Apo seni beş vakit namaz kılmaya ve oruç tutmaya davet ediyorum” dedi. Beş altı saniye düşündükten sonra bende ona dedim ki “çok sağ ol, ben hayatımdan memnunum, sen üstüne düşen görevi yaptın, ama ben şu anda öyle bir şeyi düşünmüyorum” dedim. Aslında bu lafı söylerken kendimi gülmemek için zor tuttum. “Sen kimsin ki beni Müslümanlığa davet ediyorsun diyecektim”, ama çocukluktan hatırı olan diye söylenemedim.

Arkadaşa bak; beni Müslümanlığa davet ediyor, haddini bilmeden.  

Bu arkadaş altı yedi ay öncesine kadar her akşam alkol sigara kullanan birisiydi, küfreden birisiydi. İnsanlar kendini ne sanıyor, yani iki dakika Kuran okudu diye, iki Rekat Namaz kıldı diye, cebi iki kuruş görünce Hacca gidince, kendini temsilci mi sanıyor, Müslüman mı sanıyor.

Beni davet etmesi garip, bir Müslüman’ı Müslümanlığa davet etmesi çok garip… Sanırım bir bunalımda veya aklını kaybetmiş, “çocukluğumuz bu sokakta bir geçti, birbirimizin içini dışını biliriz” diyebilirim.

Zaten onun bu tür davranışları hoşuma gitmiyordu, bu davranışı tuz biber oldu ve arkadaşlığımız bitti.

Ben neredeyse otuz yaşında adamım, sen gelip de bana nasıl öyle bir cümle kurarsın.

Anlamıyorum, saçmalık işte. 

23 Şubat 2013 Cumartesi

Din tüccarlığı...

Oya teyze ile beraber annesine bakan bir bakıcı var... 
Bu bakıcının bakışlarını hiç beğenmedim. 
Koridorda çiçeklerin orada hastane sandalyesinde otururken yanıma oturdu ve “geçmiş olsun” diyerek benimle konuşmaya başladı. 

Fark ettim ki; benim görüşlerimi düşüncelerimi almak niyetinde… Ben konuştukça, o onayladı, ben konuştum o “ne güzel düşünüyorsun” dedi. Zaten bakışlarını hiç beğenmemiştim. Konuşmalarıma cevap verişleri de hoşuma gitmedi. Bu yüzden biraz mesafeli durmaya karar aldım... Anneme de “onun bakışlarını sevmediğimi o kadın benim yanıma geldiğinde bir iki dakika içinde yanımıza gel, beni çağır” dedim.

Akşam oldu ve yine çiçeklerin oradaydım… 
Yanıma, o geldi ve bana ters gelen bazı konuşlar yapmaya başladı. Bende bundan sonra ona mesafeli davranma kararı aldım.

Tahminimde haklı çıktım, çünkü bakışlarından kötü biri olduğunu anlayabildim.

Demek ki; kadının içindeki şeytan tahmin ettiğimden daha büyükmüş, ben gözlerinden şeytan olduğunu anlamıştım ama bu kadarını tahmin edememiştim.

Kadının kötülük taşıyor olması şundan…

Daha tanışalı bir gün olmuş. Düşünce ve konuşmalarımdan aldığı güçle, bana karşı biraz yobazca ve sapkınca konuşmaya başladı.

Bana dedi ki “Allah’a inancını hiç yitirme…
Her zaman şükret...
Sen Müslüman’sın, Kuran’a inanır ve Hz. Muhammet’in yolunda ilerlersin…
Ben Hıristiyan’ım, İncil’i okurum, İsa’ya inanırım ve bir Ermeni’yim, birde bunun yanında burada gizli olarak çalışıyorum, yani kaçağım” dedi.

Konuya şöyle girdi… 
“Sen rahatlamak, daha çok şifa bulmak için ve sağlığına bir an önce kavuşmak istiyorsan bu gece ve her gece yatmadan önce Allah’a ve İsa’ya dua et! İnan ki çok rahatlayacaksın... İsa’dan yardım iste... İnan ki o sana yardımcı olacak... O sana yardım etmekten çekinmeyecektir” dedi. 

Hanımefendi beni Hıristiyanlığa davet ediyor. 

Hemen içimden “yobazlık her dinde var” dedim... Daha tanışalı bir iki gün oldu.

Fikirlerimde, düşüncelerde, görünüşümde ve tavırlarımda yumuşak bir insan görünüşü veriyorsam, illaki incitilmem mi, gerek. İllaki nefsimin olmayacağı anlamı mı taşıyorum demek bu.

O, öyle söylendikçe, beni bu şekilde kırmaya devam ettikçe, ondan uzaklaştım.

Ne söylediklerine inandım ne de yaptığının güzel bir şey olduğuna inandım. Tam aksine dinime daha çok bağlandım… Bir kere onun dediği bir günah yani inandığın dini değiştirmek veya başka dine yönelmek çok günah.

Din, bir oyuncak değil ki! İkide birde değiştirilsin... 

Hastalığımdan faydalanıp beni kötü yola itmeye çalışıyor hanımefendi. Sandı ki ben zayıfım, sandı ki ben kişiliksizim, sandı ki nefsim yok, sandı ki ben çocuğum.

Saçma biri işte, onun ve onun gibilerin gideceği yer belli, Cehennem. 

Herhangi bir dinden başka dine geçmek çok büyük günahtır. 

Bu nedir? Anlamıyorum… Sizler kimsiniz ki? Neye göre veya ne için böyle yobazlıklar yaparsınız? Bilmiyorum! Anlayamıyorum!

Türkiye’de yaşıyorsun... Türk Lirasını kullanıyorsun... Bu toprakta yetişen yiyeceği yiyorsun... Etrafında yaşayan tüm insanlar, başkalarının dinini, dilini, ırk ayrımı yapmadan yaşıyor ve yahut ben öyle yaşıyorum. Neden insanları bu şekilde davranarak incitiyorsunuz... Neden düşüncelere fikirlere inançlara saygı duymuyorsunuz?

Ben ona ne Hıristiyan diye, ne Ermeni diye saygıda kusur etmişliğim var. Ama o şeytan bakışlı benim iyi niyetimi kötü yönde kullanmaya çalıştı ve beni kaybetti. Bu türden insanlar kaybetmeye mahkumdur, hangi dinden olursa olsun kaybetmeye mahkumdurlar.

Yaradan; dört din göndermiştir, dört peygamber aracılığıyla da dörtte kitap yazdırtmıştır, neden kalkıp burun sokarsınız insanları yolundan çevirmeye kalkar günaha girersiniz, bilmem neden. Kuran-ı Kerim’de, İncil’de, Tevrat’ta, Zebur’da Yaradan’ın kitabıdır, bu dördü de kutsaldır, bu dördünün birbirinden üstünlüğü yoktur. Benim için Kuran, senin için İncil, diğeri için Tevrat Zebur. 

Yaradan herkesi kitabından sorgulayacak, başka kitaptan sorgulayamayacak. 



22 Şubat 2013 Cuma

Cemil Çiçek'e

Anayasa çalışmaları için Meclis başkanı Cemil Çiçek gönderdiğim yazım; Yeni anayasaya engelliler için konulması gereken hususlara öneri... 

Tekerlekli sandalyeli bir bedensel engelli olarak, sağlık sektöründe daha da iyi çalışmalar yapılmasını isterim. Sağlıkta AR-GE'ye önem verilmesini isterim.

Bunun yanında tekerlekli sandalyeli bir bedensel engelli olarak;
- Kaldırımlara, alışveriş merkezlerine, kamu kurum kuruluşlarına, park ve bahçelere, toplu ulaşım araçları duraklarına eğimi uygun rampa yapılması zorunluluğu getirilmesini...
- Umumi tuvalet, atm makineleri ve ankesörlü telefon gibi toplumun kullanımına açık yerlerdeki basamak merdiven gibi inşaların yıkılıp düzayak yapılması zorunluluğu getirilmesine karar verilmesini...
- Engellilerin eğitimi için açılmış olan rehabilitasyon kurumlarının yaygınlaşmasını ve daha sıkı kontrollere tutulmasını...
- Engelli ailelerin hakları konusunda eğitilmesini...
- Engellinin bakımını yapan kişiye verilen Bakım parasını alma şartlarının yumuşatılmasını...
- Televizyon kanallarına Rtük tarafından ceza verildiği zaman, cezanın doğayı tanıtan bir belgesel değilde, engelliliği anlatan bir belgeselin yayınlanmasını sağlanmasını...
isterim.


Umursayacaklarını veya "düşünce görüş ve dileklerim" için cevap göndereceklerini sanmıyorum ama denemekten zarar çıkmaz. 

21 Şubat 2013 Perşembe

Serçe kuşu...

Koskoca orman yanıyor, koskoca orman yanıyor...
Bir Serçe kuşu gölden gagasına aldığı bir damla suyla yangını söndürmeye uğraşıyor, bunu defalarca yapan Serçeye, ormanın diğer sakinleri "boşuna uğraşma, senin bir kaç damlanla bu yangın sönmez " demiş, serçe kuşu ormanın diğer sakinlerine dönüp "benim elimden gelen bu" demiş. 
Ahmet Şerif Izgören- Avucumdaki Kelebek Seminerinden. 

20 Şubat 2013 Çarşamba

Digiturk Turkmax, Doktor Gökhan

Turkmax adlı bir televizyon kanalı var, bu kanal özel bir televizyon kuruluşu olan Digiturk platformuna ait bir kanal, yani çanak anten, recorvery ve Digiturk'ün dijital kart yoluyla bana ulaşan bir kanal. 

Digiturk platformundan Turkmax haricinde bir kaç kanal daha izleme hakkına sahibim, tüm bu kanallara aylık olarak bir iki paket sigara parası ödüyorum. 

Çanak anteni olan kişiler Digiturk adlı kuruluşa başvurup aile kanalları çocuklara yönelik kanallar belgesel içerikli kanallar gibi değişik özelliklere sahip kanallar satın alabiliyor. Ses ve görüntü kalitesi çok çok iyi.

İki ya da üç yıl önce, Digiturk adlı bu özel platforma üye oldum ve bu kanalları seyretmeye başladım. Çok kaliteli yayın politikaları var ve yayınlanan programları Türkiye’nin dört bir yanına yayın yapan ulusal kanallar verdiği hizmetin kat be kat üstününü veriyor. 

Digiturk’ün paralı olması sebebiyle toplumun büyük bir bölümü izleyemiyor. Digiturk kaliteli programlar sunuyor, çünkü paralı olmasından dolayı yayın politikasını üst düzeyde tutması bunun içinde yayını verdiği kişilerin sağlığını düşünmesi gerekli.

Türkiye’ye yayın yapan ulusal kanallarında reklam geliri çok çünkü onlar büyük bir insan topluluğuna hitap ediyorlar. Ulusal kanallar Digiturk’ten kat kat daha fazla para kazanıyor, ama özel kanallar kadar topluma yararlı bir yayın hayatı sürdürdüklerine inanmıyorum. 

Devlet kanalı TRT harici tek düşünceleri daha çok izleyici kitlesine sahip olup reklam gelirlerini çoğaltmak. TRT harici ve bir kaç haber kanalı harici belgesel türü programlara yer veren bir ulusal kanal görmedim. Ceza yediklerinde veya ulusal bayramlarda geçmişi ele alan programlar veriyorlar. 

Asıl yazacağım konuya gelirsem; “Turkmax” adlı kanalda her hafta Salı günü saat 10:00 civarı bir sağlık programı yayınlanıyor. Bu programı Gökhan adında orta yaşlarda bir doktor sunuyor, sanırım beyinle omurilikle ilgili bir uzmanlığı var. Ben onu yaklaşık yedi sekiz yıl öncesinden tanıyorum, 2000 veya 2001 yılları idi. İstanbul Etiler’de Ak merkez alışveriş merkezi karşısında bulunan muayenesine gidip muayene oldum. 

Şu an Turkmax kanalında izleyiciyi bilgilendiren kişi ile benim Etilerde muayene olduğum kişi ile aynı kişi. Muayene olduğum günü hatırlıyorum da, o gün onunla bazı konularda düşünce tersliğine düşmüştük.

O gün yaşananları yazmadan önce “hastalığımla ilgili yaşadığım ortamla ilgili hiç kimse benden iyi yorum yapamaz. Ben her ne kadar hasta bir insan olsam da, düşüncelerim fikirlerim ve yaşamım hakkında kurgularım, bunlar benim bakış açıma göre doğrudur çünkü bu hayatı ben yaşıyorum, benim yaşadıklarım hakkında hiç kimse yorum yapamaz. Bitti.  

Ben o gün ayaküstü ve üstün körü muayene oldum, bana dokunmadı, sağlığım hakkında soru bile sormadı. Sadece MR filmlerine ve Epikriz raporlarıma baktı. Beynimden çekilmiş MR filmlerime ve Tomografi filmlerime göz attı raporlarını okudu. Cerrahpaşa ve Amerikan hastanesinden verilen Epikriz kağıtlarına yani o günlerdeki durumumu yazan kağıtlara göz attı ve son sözleri “zaman” ve “sabır” olmuştu yani beynimdeki hasarın zamanla düzeleceğini bunu içinde beklememden başka çare olmadığını söylemişti.

Çok iyi hatırlıyorum ben o gün ona “doktor bey öyle diyorsunuz da benim gibi bir hasta için başka bir şeyler gerekmez mi? Şu anda güneş görmeyen bir ortamda yaşıyorum, üç yıldır iki oda da sıkışmış durumdayım… Sizce beklemekten ve sabırdan daha çok bunların düzeltilmesi yararlı olmaz mı?”. Demiştim. O da bana “Sakıp Sabancının triyonları var, ama çocukları için eli kolu bağlı” demişti. Ben o zaman ki düşünceleri aynen taşıyorum ve hala o kafa yapısında ilerliyorum.

Onlar istediği kadar lafı başka yerinden anlarlarsa anlasınlar. Ben “Hayır” demeyi öğrendim. İnsanların benim hakkımda olan olumsuz düşüncelerini umursamamaya başladım ve yaşamıma karışma girişimlerini elimden geldiğince ret etmeyi başladım.

Aslında bu şekilde düşünmeme veya bu tür davranışa sahip olmama neden olan kişiler, doktorlardır. Bu doktorlar arasında da en ön sırada doktor Gökhan gelir. Doktor Gökhan’ın bana o gün o şekilde davranması benim için bir milattır. Onun gibi doktorlar sayesinde biz hastaların psikolojisi, düşünceleri ve görüşleri yok sayılıyor. Bizleri bir robot gibi bir kadavra olarak görüp muayene ediyorlar.

Tamam!

Bu işin uzmanı olabilirler, ama bizim gibi hastalar yıllardır bu hastalığı bire bir yaşayan kişiler. Azda olsa söz sahibi olmalıyız. Sizler bilginizle bizleri yok sayamazsınız veya beni yok sayamazsınız. Doktor Gökhan çok bilgili ve bildiklerini toplumla paylaşan bir kişidir veya öyle görünmeye çalışan bir kişiliğe sahip. Onun veya başka doktorların etrafa karşı verdikleri güven, bilgi ve sevecen tavırları ben pek önemsemem ve umursamam.

Eğer muayene ye gittiğim o gün doktor Gökhan bana ve düşüncelerime biraz saygı duysaydı ben doktorlara karşı bu kadar çok sadistçe davranmazdım. Sokaktaki bir insan bana istediği gibi davranabilir beni yaralayabilir, ama bunu o ve onun gibi sağlıkçılar yapamaz.

Son üç dört yıldır şöyle bir kanıya da sahip oldum…

Hastalığımın ilk yıllarında muayene için gittiğim doktor Gökhan ve diğer doktorlar beni egzersize fizik tedaviye yönlendirseydi, ben bu durumdan daha iyi olurdum. Zamanında gözaltında profesyonelce egzersiz tedavisi veya bir fizik tedavi görseydim, ben şu anki durumumdan çok daha iyi durumda olurdum. 

4+4+4

Dört beş ay önce Türkiye Büyük Millet Meclisinden eğitimle ilgili yeni bir yasa geçti, bu yasa vatandaşa 4+4+4 adı ile yansıdı.

4+4+4, yani ilköğretim dört yıl, ortaöğretimin dört yıl, lise eğitiminin dört yıl olarak değiştirildi. Önceki eğitim sistemi sekiz yıllık eğitimdi, onda okula başladın mı zorunlu olarak, ilk ve orta dereceyi okuyup çıkıyordun. Daha önceki yıllarda ise beş yıllık zorunlu eğitimi okuyup ilköğretimi bitirmiş oluyordun.

Yıllar öncesinden dediğim gibi Türkiye’de eğitim oyuncak gibidir, her yeni gelen siyasi iktidar kendi eğitim sistemini vatandaşa dayatılır durulur. Gerçi çok önceleri bu dayatma vardı, doksanlı yıllarla beraber sistemi oyuncağa çevirdiler.

1990 yılındaki siyasi iktidar, benim ve ben yaştakilerin “bir kredili bir sınıf geçme” denilerek okul yaşamımı mahvedilmişti, doksanlı yılların sonuna doğru da 1997 yılında bazı orta öğretimler kapatılarak başkalarının yaşamı mahvedilmişti, şimdiki AKP yönetimi de bu sistemle 1997 yılında getirilen eğitim sistemini ortadan kaldırıp kendi sistemini dayatıyor vatandaşa.

Türkiye’de eğitimi doksanlı yılların başından beri resmen oyuncağa çevirdiler, düdüğü eline alan öttürüyor, kimse çıkıp ta düdüğü kırmıyor “bir daha ki öttürmesin” diye. Olansa çocuklara oluyor, gencecik körpe beyinlere oluyor. İçten içe Türkiye’nin geleceği karartılıyor, bunu AKP’si de yaptı CHP’si de MHP’si de ANAP’ı da Dyp’si de.

Mahvedin bakalım körpe beyinleri genç beyinleri, sonumuzu getirin bakalım… Sağında  Solunda, yönetime gelmiş hiçbir yöneticisinde akıl zeka bilinç vicdan yok. Hiç biri vatansever değil hiç biri sol göğsünde yürek taşımıyor. AKP’lisi “siz geçmişte ne yaptınız?” Diyor, muhalefeti “siz şimdi ne yapıyorsunuz?” Diyor, olansa insanımıza oluyor. 

Bana göre hepsi berbat; AKP’si CHP’si MHP’si BDP’si, ANAP’ı DYP’si DSP’si SHP’si. 

19 Şubat 2013 Salı

Gelecek nesiller için...

4 nisan 1976 tarihinde İstanbul'da doğdum, yaşamım hala İstanbul'da sürmekteyim. İlk, orta ve lise eğitimi almış eğitimli bilgili bilinçli biriyim. yirmi yaşımda askere gidecekken beyin kanaması Anevrizma geçirdim, bir acil servis doktorunun hatası sonucu yaşamımı tekerlekli sandalyede sürdürmekteyim. O, beyin kanaması ve o doktorun yaptığı hatalar yaşamımı mahvetti.

Ben her zorluğa karşı geldim ve teker teker her zorluğu aştım. Aradan geçen 17 yıla rağmen görünüşte tekerlekli sandalyedeyim ama bana göre dimdik ayaktayım. Aynada görünümü me bakmama gerek yok, ben beynimde dimdik ayaktayım. Yaklaşık 15 yıldır, bilgisayar ve internet kullanmaktayım, bolca yaşamımı yazarım yaşadıklarımı yazarım. Yazdıklarımın bir bölümü 2003 yılında kitap oldu ve şu anda hazırlığım ikinci kitabım için, şu an elimde 1000 sayfa civarında bir birikimimim var.

İnsanımız değişiyor gelişiyor, bilgilenip bilinçleniyor farkındalığı artıyor. Özellikle kurum ve kuruluşlar düzeldi, eskisine nazaranşimdilerde çok iyi yanıtlar alıyorum. Belediyelerden, muhtarlıklardan, eğitimcilerden, alışveriş merkezi yöneticilerinden, toplu taşıma yapan araçlardan ve duraklarından. Düzeltemediğim tek noktaysa insanımız, insanımız çok vurdumduymaz. O kadar umursamaz ki, engelli nedir kimdir bilmiyor, birçoğu bizleri yaratık olarak görüyor. Sokaklarda bakışları rahatsız edici, araçlarınıolur olmadık yerlere koymaları keza, engelli rampalarına oturup bacak bak üzerine atıp sigara içmeleri rahatsız edici.

Ben şu anki nesil için yapılacak bir şey olduğunu sanmıyorum, hedefim gelecek nesilde yetişecek çocuklar. Eğer şimdiki çocukların eğitimi sırasında biz engelliler onlara güzelce tanıtılırsak ve engellilerin önüne engel koymamayı öğretirsek, o nesil bugünlerden çok daha iyi olur. Bu ülkede hiçbir zaman engelli bitmeyecek, bu ülke hep engelli yaratacak ve bunun için yapılması gerekense bu toplumun buna hazırlıklı olması. Yapılması gerekense, doğru bir eğitimle bilinçlendirilmek, algı sahibi yapılmak ve farkındalıklarını artırmak.

Benim bir diğer niyetimse; sadece kendim için değil gelecekteki engellilere faydalı olabilmek, gelecekteki engellileri rahat etmelerini sağlamak, onlara “bu toplum engellilere karşı ne kadar çok bilgili bilinçli” dedirtmek.

Sınırsız internet bağlantısı


Ben sınırsız olarak internet hizmeti alıyorum ve bunun karşılığı olarak ta Türk Telekom adlı şirkete aylık olarak 63- TL ödüyorum. Türk Telekom devletin bir kuruluşu ve Ulaştırma bakanlığına bağlı. Türk Telekom’un sunduğu hizmetler arasında telefon telgraf posta gibi hizmetler var, ama ben sadece internet servisini kullanıp ve karşılığında 63- TL ödüyorum.  

Türk Telekom’un normal internet hizmeti ayda 4 Gb kotalısı 20-TL ila 30- TL arası, ama kotalı olması benim için sorun olduğundan, ben sınırsız internet bağlantısı kullanıyorum. Sınırsız kullanmamın nedeni ise ben çok aşırı internet kullanıyorum, “ben ayda kullanılan 4 Gb’yi bir iki günde bitiririm” diyebilirim, bu yüzden kotalı olan bağlantı benim için yetersiz.

Ben internette; radyo dinliyorum, televizyon seyrediyorum, dizi filmi izliyorum, sinema filmi izliyorum, bilgisayardaki arşivime film müzik klip indiriyorum, yeğenlerim oyun oynuyor, wireless modemimle internetimden komşularım faydalanıyor.

Eğer ben kotalı internet bağlantısından almış olsam, 20- TL 30- TL değil yüzlerce TL ödemek zorunda kalırdım. Türkiye’ye ADSL bağlantısı geldiğinden bu yana Sınırsız kullanıyorum, çünkü biliyorum kotalı internetin bana yetmeyeceğini.

Defalarca kez duymuşumdur “kotalı bağlantı alıp ta pişman olan, faturası gelip de ne yapacağını şaşıran çözüm arayan çok gördüm. Herkes ucuzluğuna kanıp, alıyor kotalıyı, sonra kota sınırını aşıyor ve faturası onlarca katına çıkıyor.

İnternette çocukların oyun oynaması, bolca video seyretmek, televizyon seyretmek radyo dinlemek veya wireless’te bağlantını paylaşmak kotayı on günde aşmaya neden olur.  

Olivium alışveriş merkezindeki platform

Bu sıralarda da yeni bir aktivite var, Olivium’un orta bölümüne bir platform koymuşlar.

Bu platformda yapılan aktivite şu; İnsanlara heyecan yaşamasını sağlamak, adrenalin çıkartmak, kendilerine güvenlerini arttırmak için ve zorlukları aşmanın tedbirli davranıldığı taktirde ne kadar basit olduğunu anlatıldığı bir platform olmuş, bu sefer ki aktivite.

Zaten alışveriş merkezi bu tür aktivitelerde her zaman öncü olmuştur. Geçen sene de zihinsel engellilere yardım maksadıyla kurulan Zeytinburnu zihinsel engelliler derneği de burada bir platform kurmuş, alışveriş merkezi de, derneğe faaliyetlerinde yardımcı olmuştur.

Zeytinburnu’nda bulunan bu zihinsel engelli ailelerinin kurduğu bu derneğin güzel bir faaliyet için derneğe ücretsiz olarak Olivium tarafından bu alanı kullanmalarına izin verilmişti.

Zihinsel engelliler dernek başkanı Leman hanımda bu alana bir basketbol potası koyup bir miktar para karşılığı vatandaşların bu potaya basket atmasını sağlamış. Basket atmaları karşılığı da bir adet seramikten kupa bardak hediye etmişti. Bu bardaklarda tabi ki Olivium alış veriş merkezinin derneğe bir hediyesiydi.. Üstelik bardaklar üzerinde de Olivium alış veriş merkezinin reklamı vardı.

Aktiviteden söz etmem gerekirse, boş alanın bir köşesine yerden alışveriş merkezinin tavanına kadar bir tırmanış platformu koymuşlar. Tabi bu tırmanma platformunu koymuşlar ama bu platform çevresinde de üç ya da beş tane tırmanmada profesyonel arkadaşlar vardı. Bu arkadaşlar devamlı bu platforma çıkıp iniyorlardı… İnsanları yüreklendirmek için.

Ben ve birçok insan, bu arkadaşları heyecan ve hayretle izliyorduk. Ben, boş durmadım ve fotoğraf makinem ile bu tırmanma yapan arkadaşların resimlerini çektim.

Ben onları izlerken bir hanımefendi yanıma geldi ve biraz mahcup bir bakışla konuşmayla “merhaba… İsterseniz tırmanış yapabilirsin. Biz yardımcı oluruz” dedi. Bende konuşabildiğim kadarıyla ona “benim böyle bir şey yapabilmem imkansız. Teşekkür ederim” dedim. O da teşekkür edip “iyi akşamlar” dedi ve yanımdan ayrıldı.

Ne kadar güzel bir davranıştı bu… Aslında mahcup olacağı ortada hiçbir şey yok… Güzelce teklifi yaptı bende bunun olanaksı olduğu söyledim.

Aslında bu gibi aktiviteler, ben ve benim gibiler için çok faydalı bir aktivitelerdir.

Biliniyor mu? O bayanın bana gelip o teklifi yapması bile kendime karşı bir özgüven kazanmamı sağladı. Platformu aşağıdan yukarı süzdüm… “Yapamayacağım bir aktivite değil” dedim… Ama ben normal bir engelli değilim ki, eğer normal bir engelli olsam oraya çıkmayı göze alabilirdim… Şimdilik resimlerini çekmekle yetineyim. 

Çığrından çıkmış...

Biraz önce gözümü açtığımda parasını ödeyerek uydu alıcıma taktığım kartla çalışmasını sağladığım bir kanal açıktı. 

Yayında da iki üç kişi toplanmış caka satıyordu, yok aile toplumu şöyle olmalı diye, yok böyle olmalı diye. Saçma sapan düşünceleri fikirleri dedikoduları seyredenlerin beynine sokuyorlar işte. Benim parasını verip eve soktuğum televizyon kanalı bu değildi, son yıllarda değiştirilen toplum bu paralı kanalların yayınına da yansıdı. Anlatılanlar sadece dedikodudan ibaret olmaya başladı “mış…” “miş...” diyerek konuşmaya başladılar. Program sunucuları konuşmacıları neredeyse ağızlarına sakız alıp şakkudu şukkudu çiğneyerek programı sunacaklar.

Topu topu beş altı dakika seyrettim ve hemen kalkıp bilgisayarımın başına geldim. Bu ne ya insanı rezil ediyorlar paralı yayınları ile. Bunları seyredeceğime çizgi film seyrederim, yemek nasıl yapılır onu seyrederim, uzayda oksijensiz nasıl yaşanır onu seyrederim, daha iyi.

Programa Almanya’dan bir bayan seyirci bağlandı ve başladı “on beş yaşında evlendirildim Almanya’ya yerleştim, iki oğlum oldu, sekiz yıl evli kaldım, kocam ne yaptığımı arayıp sormadı ve şimdilerde çocuklarım yirmili yaşlarda…” diyip hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ne soru sordu ne de ağlanacak bir şey anlattı, yaptığı sadece şov.Sen kocandan ayrılmışın, kimseye ihtiyaç duymadan çocuklarını büyütmüşün, Avrupanın ortasında kanunlarda yanında çocuklarında yanında olan bir kişinin bu kadar bilinçsizce konuşması bana saçma geldi.  Hanımefendi; ya kanalın çalışanıydı zaman doldurmak için bunu yaptı, ya da bunu yapması için telkinde bulunuldu.

Öncelikle en yakın zamanda, bu kanalının platformundan bu tür yayınları verdikleri için ayrılacağım. Para vererek kanallarını televizyonum kanalları arasına soktuğum için pişmanım. Bu toplumu bu kadar basite almaya başlayan, yayınlarıyla izleyicisine hiçbir şey vermemeye başlayan, magazini dedikoduyu asılsız haberi ön planda tutmaya başlayan bu kanalı kınıyorum. 

Benim kınamamla veya platformlarından ayrılmamla, ne bu saçma sapan yayınlarını durdururlar ne de içeriklerine dikkat ederler. Biliniyor ki; para her şeyi çözüyor, hatır her şeyi çözüyor, baskın olmak her şeyi çözüyor. Bu toplum örfünü adetini, saygınlığını sevgisini, onurunu benliğini kaybetmiş hiç önemli değil. Bu ne o platformun umurunda ne devletin hükümetin RTÜK’ün. Bu ülke rayından çıkmış durumda. 

Digiturk'te bir belgesel, Surp pırgiç

Televizyonda seyrettiğim kanallar arasında belgesel kanalları çoğunlukta hatta ayda 10-TL karşılığı Dijiturk şirketinden özel kanallar alıyorum. Bu kanallar arasında iki tane film kanalı bir tane belgesel ve iki tane de çizgi film kanalı var. 

Ben sadece film ve belgesel kanallarını seyrederim. Dijiturk’ün verdiği bir yerli ve yabancı belgesel kanalı var ama ben seyredemiyorum bunun nedeni kullandığım apartmanımızın çanak antenin uydu olması, yoksa uydu çanak anteni yerine kendime ait küçük bir çanak antenim olsa Dijiturk’le anlaşıp bir sürü belgesel kanalına sahip olabilirim.

Seyrettiğim belgesel kanalları içinde İz tv adlı bir kanal var. Bu kanal birkaç yıl önce açıldı ve ilk Türk belgesel kanalı oldu. Çok güzel programları var. İz tv ara sıra dünyaca ünlenmiş yapımları yaşamları veriyor, ama çoğunlukla Türkiye ile ilgili yaşamları irdeliyor. Bazen kişilerin yaşamını irdeler bazen şehirlerin kasabaların köylerin tarihlerini irdeler, eserlerini irdeler, törelerini, yemeklerini irdeler. Son zamanlarda daha çok tarihi yerleri eserleri yapılarını inceliyor.
 
Konuyu getireceğim yer; akşamüstü İz tv’de bir belgesel izledim gerçi bunu daha önce seyrettim gibi. Programda Surp Pirgiç Ermeni, hastanesini irdelediler. Tarihini, verdiği sağlık hizmetlerini ve içerisinde bulunan yapıları incelediler. Belgeselin her saniyesinde hastaneyi övdüler hiç olumsuz konuşmadılar. Ülkemizin geçirdiği savaşları anlatırken bile esirlere yapılan işkenceler anlatılır. Surp Pirgiç’i anlatırken olumsuz hiçbir kelime kullanmadılar.
 
Belgeselin bir yerinde başbakan Erdoğan’ın 2005 yılında açılışını yaptığı töreni gösterdi. Erdoğan açılış sırasında konuşma ile hastaneyi övüyor da övüyor, yere göğe sığdıramıyor. Onun orada o konuşmayı, açılışı ve övünçle yapması beni üzdü. Çünkü başbakana biz engelliler gitsek bizi öyle karşılamaz. Karşılar diyen yalan söyler. 
 
Aslında bu tür belgeseller hazırlanırken; İz tv’nin yapması gerekenler arasında vatandaşın tepkilerini de alıp ekranında yer vermesi gerekliydi.

Beni üzen tarafı bardağın dolu tarafını görüp, boş tarafı umurlarında değildi. 

Biraz Daha Işık adlı kitap nasıl çıktı?


Engelli hale gelişimin hikayesidir şu söz; bir gece yarısı yürüyerek bir acil servise gittim, doktora "sol tarafım uyuşuk, başım dönüyor" dedim, doktor bana "sen bir şeye üzülmüşün, senin bir şeyin yok" deyip, sedyeye yatırıp, koluma serum bağlayıp altı saat bekletti ve ben engelli oldum. 

Türkiye’deki birçok engellinin yaşamının şifresi bu kadar basitçe kısacık sözcüğe sığdırılabilir.

Beyin ameliyatı sonrası kendime gelip hislerimin çalışır hale gelmesi üç ay sürdü. Görmüyor, konuşamıyor, duymuyor, hissetmiyor, bilinçsizce yatağımda yatıyordum. Görmeye, konuşmaya, duymaya ve hissetmeye başladıktan sonra, bilinçlenip bilgilenmek doğruyu bulmak ve sağlığımı geri kazanmak için çok çalıştım çabaladım.

Ailemin desteğiyle zorlukları aşmaya çalışıyordum, yaşamıma zorlukla devam ettiriyordum, çünkü beynimdeki hasar çok ağırdı ve o ağır hasarı aşmak için çok çabalamam gerekliydi. Her türlü çıkış yoluna başvurduk, her çareye sarıldık, aldatıldık dolandırıldık ve sonunda ayakta durmaya ve yürümeye başladım. Bir taraftan sağlığımdaki zorlukları aşmaya çalışıyordum, diğer taraftan bilgisayar ve internette kendimi oyalamaya çalışıyordum. Bilinçli bilgili eğitimli biri olarak kendimi yetiştirdim, bilgi olarak doğru yararlı faydalı ne varsa kendime hedef seçip, o hedef yolunda ilerledim.

Diğer yandan farkındaydım ki, kendimi bir şeylerle oyalamam gerekliydi, bu yüzden kendimi bilgisayara, internete ve yaşamımı yazmaya verdim. Yaşadıklarımı yazacaktım ki, yaşadıklarımı benden sonra yaşayacak olanlara örnek olmalıydı ve yaptığım hataları yapmamalıydılar, bulduğum doğruların peşinden gitmeleri gerekliydi. Kısacası tecrübelerim onlara yol göstermesi umuduyla yazıyordum.

2002 yılı Mart ayında Danimarka Kopenhag’dan altmışlı yaşları aşmış Zeynel Kozanoğlu’yla tanıştım, daha sonra öğrendim ki, o benim dedemin çocukluk arkadaşıymış. Soyadımı internette görmüş ve benimle iletişime geçmişti. Zeynel amca, yaşamımı ve yaşadıklarımı öğrenince, bana “sen yaşamını yaz, ben onları derleyip düzenleyip kitap haline getireyim” dedi, bende bu teklifini kabul ettim. Bir yıl boyunca Zeynel amca Kopenhag’dan internetten mail attı sorusunu sordu, bense İstanbul’dan 6 metrekare küçücük odamdan cevap yazdım. Yıl 2002 idi, bilgisayarım vardı, bilgisayarı idare edebilecek durumum da vardı, ama o yıllarda internet kolay ulaşılabilinen bir teknoloji değildi ve ayrıca çok pahalıydı.  

Beyin kanaması geçirmeden önceki yaşamımı yazdım, beyin kanaması geçirdiğim günleri yazdım, hastanelerde yaşadığım zorlukları sorunları yazdım ve engelli hale geldikten sonra yaşama sarılma umudumu yazdım, sağlığımı tekrardan geri getirme çabalarımı yazdım ve karşılaştığım güçlükleri yazdım. Zeynel amca ile günde üç dört defa yazıştığımız mailleştiğimiz bile olurdu, şimdiki gibi anında mesajlaşma yapamıyorduk sadece mailleşiyorduk. Tutulmuş bir kayıt elimizde yok, ama bir yıl boyunca üç dört bin civarı mail ile mektuplaşmamız olmuştur. Ben yaşamımı yazıyor Zeynel amcaya gönderiyordum, o ise yazdıklarımı derleyip düzenleyip kitaba konulacak hale getiriyordu, ama diğer yandan da Zeynel amca Danimarka Kopenhag’dan doktorlarımı fizyoterapistlerimi araştırıp bulup, hakkımda onlardan bilgi toplamış. Zeynel amca, geçmişte öğretmenlik, gazetecilik ve Anadolu ajansı muhabirliği yapmış röportajları olan biri olarak çok tecrübeli bir kişi.

 Zeynel amca ile tanıştıktan tam bir yıl sonra Türkiye’ye İstanbul’a geldi ve kapımızın zilini çalıp odama girdi, o ana kadar Zeynel amcayı görmüş değildim, sadece internetten iki adet resmini gördüm, o kadar. Gençliği Türk aktör Tarık Akan’ın gençliğine benziyordu, şimdiki hali ise şu anki Clint Eastwood benziyordu.

Zeynel Kozanoğlu’nun ziyareti beni çok sevindirmişti, internetten tanıştığım bir kişi beni ziyarete gelmişti, 64 yaşındaydı ve yanında bana hediyede getirmişti. Hediyesi ise; üzerinde avucunun içinden ışık çıkan iki adet el resmi olan ve üzerinde de “Biraz Daha Işık” yazan bir kitaptı. Evet, o kitap benim yazdıklarımdan oluşmuş olan kitaptı, üzerinde Abdullah Ünal yazıyordu, “görüşler, anılar, beklentiler” yazıyordu. Kitabı bana uzattı ve “bu bizim kitabımız, oku bakalım, bakalım beğenecek misin” dedi.

296 sayfalık bir kitaptı bu kitap, üzerinde “Abdullah Ünal” yazıyordu ve içerisin benim yazdıklarım vardı, arka kapağında da resmim vardı. Kitabın geldiği gün, o gece pek uyuduğumu söyleyemem. Uyumak kolay mı? Bir eser bırakmıştım bu dünyaya, düşüncelerim fikirlerim hayallerim yazıya dökmüştüm sonra kitap olmuştu.

Kitabı o gece baştan aşağı okudum, kitapta benim yazdıklarımın yanı sıra, Zeynel amcanın yaşamı ve düşünceleri vardı, dünyadan engelliler konuk olmuştu, Türkiye’den ise Zeynel amcanın röportaj yaptığı Aşık Veysel gibi engelliler konuk olmuştu, birde engelli milletvekillerinden söz ediliyordu.

Kitap bir baskı yaptı yani bin tane basıldı, iki yüz civarını ben sattım, iki yüz civarı Danimarka’da satıldı, iki yüz üç yüz civarı da İzmir’de satıldı. Dağıtımı ve satışı, düzgünce organize edilmediği için geniş bir çevreye ulaştırılamadı ve “elimizde kaldı” denen tabir yaşandı. 

18 Şubat 2013 Pazartesi

“Savaş, lider ve orduyla kazanılır”

Birkaç yıl önce söylemiş olduğum “savaş, lider ve orduyla kazanılır” sözümde, ben savaşı şiddeti kavgayı savunmuyorum. Sadece sağlığını kaybetmiş biri olarak, sağlığını geri kazanmak için hastalımın zorlu şartlarına karşı koyuşumu, kazanma azmime ve o zorlukları yenmek için verdiğim güce, enerjiye, dirence Savaş gözüyle bakıyorum. Hedefim ise bu savaşı kazanmak.

Savaş denilen şiddeti, kaba kuvveti, güçsüzü ezme politikasını masumları öldürmeyi bende sevmem, bende hoşnut değilimdir. Çok eskilerde; savaşlar, toprak kazanmak veya toprak kaybetmemek için yapılırmış veya esaretten kurtulmak için yapılırmış. Hedefe ulaşmak için yapılan bu savaşlar çok kötü ortamlara sahip olmuştur. Açlıkla, sefaletle, işkenceyle, acımasızca, vahşice yapılırdı, ihtiras kavgalarına sahne olurdu. Teröre karşı şiddet vahşet kaba kuvvet kullanılır, ama hiçbir zaman bir savaşı onaylayan bir kişi olmadım. Zaten savaş başka bir şey terör başka bir şey.

Terör ile savaşı yan yana konulamaz. 

Savaş; toprak kazanmak için, ülkeler arasında silahlı askerle yapılan, zamanı ve amacı belli güç gösterisidir. Terör ise kazanılmış bir toprağa karşı pusu ile ansızın yapılan bir şiddet gösterisi saldırıdır. 
 
Savaşın şartları vardır, zamanı da bellidir hedefi de bellidir.

Birkaç yıl önce söylemiş olduğum “savaş, lider ve orduyla kazanılır” sözü ise bu türden bir savaş değil, benim savaşım engelimle olan bir savaş, engelimin karşıma çıkardığı zorluklara karşı koyduğum direnç, güç, azim ve “dur” diyiş sadece... 

“Savaş, lider ve orduyla kazanılır” demekle, hastalığımın zorluklarını aşarak yürüyebilme çabalarımda tek başıma başa çıkışımı anlatmak istedim. Ben yürüyebilmek ve yaşamımı kendim idare etmek için, çok çalıştım, çok güç sarf ettim, bezmedim, yorulmadım.
 
Yani “savaş, lider ve orduyla kazanılır” demekle, hastanın sağlığına kavuşması için birilerinin yardım etmesi gerek, ben doğru yolu biliyorum, liderlik vasfım var, ama benim yanımda hastalığımla savaşacak birilerine ihtiyacım vardı. Ama o birileri hiçbir zaman olmadı, olsa bile güçleri yetmedi, güçleri yettiğinde de işleri başından aşkındı.

Hastalığımdan bu yana çok acı ağrı çekmeme rağmen, bin bir zorlukla her gün saatlerce ayakta durdum, her sabah yatakta egzersiz yaptım, bolca yürüme yaptım, defalarca iğneler yedim, ilaçlar kullandım, alternatif tıpta denemediğim çare kalmadı ve bunların hepsini çevremden para almadan psikolojik destek almadan yaptım. 
 
Yaptıklarımdan pişman değilim, ama sağlığıma kavuşmak için bu kadar çaba göstermeme rağmen sağlığıma tam kavuşamadım.

Beş veya altı yıl önce fark ettim ki, benim gibi hastalar sağlığına kavuşabilir, ama bunu tek başına başarması imkansız.

Avm wc


Bir kaç gün önce 4 Kasım’da Olivium alışveriş merkezinde bir kafede otururken tuvalete gitme ihtiyacı duydum. Hemen yakınında bulunan engelliler için ayrılan tuvalete gittim.

Bu engelli tuvaletleri çoğu zaman sağlıklılar tarafından kullanılır, özellikle kadınlar tarafından kullanılır, ama bu sefer tuvalet boştu bende kapıda beklemeden içeri girdim. 

İçeriye girdim sandalyemden ördek denen aparatımla işimi halletmeye başladığımda, kapı kilidi zorlanıp “tak tak, tak tak” kapıya sert bir şekilde defalarca vurulmaya başlandı, bende anında “dolu” diye cevap verdim. Kapı bir kaç saniye sonra tekrar vurulmaya başlanıp kilit zorlanmaya başladı, ben bu sefer yine “dolu” diye bağırdım, ama o kapıya vurmaya kilidi zorlamaya devam etti. 

Benim tepem iyice attı ve hemen tekerlekli sandalyemin düğmesini açıp kapıya doğru manevra yapıp, kapının tokmağını çevirip kapıyı araladım. Bir baktım karşımda bir temizlik görevlisi, bana “içeriyi temizleyeceğim” dedi, bende duymuyor musun işimi görüyorum, ne acele ediyorsun” diyip kapıyı çarparak kapattım. 

Ben bunu bile bile pantolonum ve şortum dizime kadar inik halde kapıyı açtım ve söyledim, adamcağız durumun rehavetini anlamış oldu, şaşırıp apıştı. 

Bu görüntüyü hakketti, dağdan gelmişe dağdan gelmiş muamelesi yaparım, hiç eğitmeden toplulukla karşı karşıya bırakılıyorlarsa, benimde tepkim bu olur. Kapısı kilitli, içeriden de “dolu” sesi geliyor, neden hala kapıyı zorluyorsun. 

İşimi halledip dışarı çıktığımda sağda solda onu aradım, ama bulamadım. Yok olmuştu ortadan, bende koridorda üç dört temizlik görevlisi gördüm ve “biraz önce ben tuvaletteyken kapıdaki hanginizdi bilmiyorum, ama haberiniz olsun saçma sapan iş yapıyorsunuz. İçeride tuvaletimi yapmaya uğraşıyorum, arkadaşınız kapıyı zorluyor, çok saçma iş yapıyorsunuz” dedim. Bu temizlik görevlilerin hepsinin aklı bir, arkadaşı da aynı kafada, bana “içeriyi temizleyecek onun için yapmıştır” dedi.

Neyse oradan uzaklaştım, çünkü onların arasında her an hayati tehlike yaşayabilirdim. Birkaç dakika sonra bir mağazada çalışan arkadaşla sohbet ederken bu olaydan bahsettim, o da bana “sen istediğin kadar onları yönetime şikayet et, onlar buraları tamamen ele geçirdiler. Bu alışveriş merkezinde o kadar çok şeyler oluyor ki kimse ses çıkaramıyor, bazı kişiler istediği düdüğü öttürüyor. Hiç uğraşma yönetimde de onlar var” dedi.
 
Birkaç gün sonra, yaptığım ilk işim alışveriş merkezine gedip engelli tuvaletinde temizlik görevlisiyle yaşadığım o talihsiz olayı güvenliğe anlattım “lütfen müdahale edin” dedim, onlarda “ilgileneceğiz” diyerek beni başlarından savdılar. 

Pardon...

Bir ara alışveriş merkezi önünden geçiyorum, kaldırımdayım, çünkü belediyemiz kaldırımlara çok uygun rampalar yaptı. Kaldırımdan gittim gittim gittim sonra araç yoluna inmem gerekti, bende rampa önüne geldim.

Rampa önünde bir otomobil var içinde de insanlar var. Bilmiyorum beni görüp görmediklerini ama ben zar zor olsa da rampadan yola inip yanlarından geçtim. Ben rampadan inip geçince, otomobilin içinden bana şoför “pardon” diyip iş işten geçince otomobili çalıştırıp bir kaç metre geri aldı. Bense; durmadan, hızımı kesmeden, şoföre bakmadan ve hiç ses vermeden yanlarından geçip gittim.

Tepkimi onu önemsemeyerek verdim.

Şoför; ya beni görmedi tekerlekli sandalyeli olduğumu algılayamadı, ya da rampa önüne park ettiğini bilmiyordu. Ama o bölge aydınlıktı ve ben rampayla otomobil arasında on saniyeyi civarı cebelleştim. Ya vurdumduymaz biriydi ya da uyuyordu. Bu türden olaylar başıma çok gelir, ama fazla önemsemem. Bugün o şoför “pardon” dediğinde bile ne yüzüne baktım ne de “pardon” diyişine cevap verdim. Başımı önüme eğip geçip gittim, bazen en güzel cevap susmak oluyor çünkü.

Bizim gibi engelli bireylere insanların bu türden davranışları artık bana normal gelmeye başladı... Kaldırımların; otomobillerle, ağaçlarla, elektrik direkleriyle, reklam tabelalarıyla işgali gibi, engelli asansörünü sağlıklı insanlar tarafından kullanılması gibi, kamu kurumlarında merdivene basamağa rampa koymayı düşünmemek gibi veya umumi tuvalet, ankesörlü telefon kulübeleri, ATM'ler gibi yerleri engelliye uygun yapmama gibi...

Vs vs vs vs vs vs vs...

Plastik mavi kapak gerçeği...

İnsanımız bilgilendirilip bilinçlendirildiği zaman konuya karşı duyarlı olmayı biliyor. Son bir yılda benim gördüğüm bazı şeyler, ne kadar duyarlı olmaya başladığımızın örneği. Çöpe atılan kağıt, pet şişe, plastik kapak, pil gibi geri dönüşümü olan malzemeler, şimdilerde çöpe atılmaz oldu.

Ben bunların geri dönüşümünün olduğunu biliyordum ama atacak yerim olmadığı için canım yana yana çöpe atıyordum, atılmasına izin veriyordum. En çok pillerin çöpe atılmasına üzülüp sıkılıyordum, çünkü yüz yıllarca doğadan silinmeyen maddelerden oluşuyor, içerdiği zehir toprağa suya öyle zarar veriyor ki, tek başına dünyayı yok edebilecek bir madde. Doğa belgesellerini takip etmeseydim, doğayı sevmeseydim, bende bunları öğrenemez bu bilgiye bilince sahip olamazdım.

Bazen magazini dedikoduyu takip etmemek işe yarıyor.

Birkaç yıl önce Kadıköy belediyesinde gördüğüm pil toplama kampanyası genişledi ve şimdilerde hemen her yerde yapılır oldu. Bazı mağazalarda bir köşeye kutular konuluyor ve içine pil gibi kağıt gibi poşet gibi plastik gibi geri dönüşümü olan çöplerin atılması isteniyor. İlçe belediyemiz sağa sola koyduğu kutularla kağıt, pet şişe, cam şişe, plastik gibi geri dönüşümü olan çöpler toplamaya başladı. Hemen her sokakta başında pet şişe plastik kapağı toplayan iş yerleri var, dükkanlarının veya evlerinin kapısına penceresine büyükçe bir kutu koyup gelen geçenlerden bu kutulara plastik kapakları atmasını istiyor.

Halkımız plastik kapakları tekerlekli sandalye bağışı için topluyor. Plastik kapakların seçilmesinin nedeni ise geri dönüşümü kolay olduğu için ve çok kullanılan bir ürünün parçası olduğu için ve bunun yanında geri dönüştürülmesi gerekli en önemli malzemelerden biri olduğu içindir. İnsanların duyarlılığı için ise tekerlekli sandalye seçilmiş.

Geri dönüşümü olan bir malzemenin çöpe atılmaması için yapılan bir kampanyadır bu kampanya. İnsanımızın vicdanı tartışılamaz, bu nedenle de 25 bin pet şişe kapağına karşılık bir adet tekerlekli sandalye veriliyor düşüncesi ile bu kampanyaya destek veriyor.

Sadece 300 cc veya 500 cc.’lik pet şişe plastik kapağı topluyor çünkü kapak topladıkları kutulara bakıyorum da, kutu içerisi hep 300 cc. 500 cc. kapaklar var, aslında bilinmiyor 5 kilogramlık şişe kapağı da olur, 10 kilogramlık kapakta olur, evlere alınan 20 kilogramlık damacana su kapakları da olur.

Aslında insanımıza plastiğin geri dönüşüme katkısı anlatılsa çok daha iyi olacak durumumuz, zamanı gelecek o da anlatılacak ve ülkemiz çok daha zengin olacak. Sadece plastik toplayacağız diye tekerlekli sandalyenin kullanılması çok yanlış. Plastik, naylon, cam şişe, pil, kağıt gibi bir çok ürünün geri dönüşüme katkısı vardır.

Yıldız Parkı...

Yıldız parkı, İstanbul’un Avrupa yakasında Beşiktaş semtinde güzel bir yer. Adının Yıldız parkı olduğuna bakıp da orayı oyun parkı filan sanmayın. Kafanızı dinleyebileceğiniz çok geniş bir alan. Hem Avrupa yakasını hem Asya yakasını görüyorsunuz. İstanbul’un Avrupa yakasındasınız ama sanki bir adım atsanız Asya yakasına ulaşıverecekmiş gibisiniz.

Muhteşem bir duygu bu. İnsana huzur veren bir de kokusu var. Bu kokuyu içinize çektiğinizde bir an başınız döner ve bir ağaç dibine oturursunuz. Etrafı seyretmeye başlarsınız. Sizi bir düşünce sarar, “Burayı daha önce neden keşfetmedim?” diye hayıflanırsınız.

Yıldız Parkına gitmek için hangi yolu izleyeceksiniz? Sahilden Karaköy semtini geçtikten sonra İnönü Stadyumunun bir veya bir buçuk km ilerisinde Çırağan Sarayının hemen karşısına gelin. Orada bir girişi var Yıldız parkının..

Yıldız Parkı’nın Ortaköy semtine bakan tepe tarafına gittiğinizde, birkaç km ileride, karşıda Çamlıca Tepesini görürsünüz. Üzerinde televizyon ve radyo antenleri ile size bakıyor. ”Boğaziçi Köprüsü” ayaklarınızın altında gibidir. Ve bir şaheser gibidir. Sanki yüz yıllardır oradaymış gibidir. Köprü üzerinde her zamanki gibi yoğun bir trafik göze çarpar. Onlarca, yüzlerce otomobil, sarı renkli olanları taksi.. Sonra kırmızı ve yeşil belediye otobüsleri..

Köprünün altından her dakika bir gemi geçer. Bu gemilerin çoğu tehlikeli madde taşır. Gelip geçen gemiler hakkında bir şey söylemeye gerek yok... Uluslararası anlaşmalarla bağlıyız. Beş on km ileride ikinci köprü yani ”Fatih Sultan Mehmet Köprüsü” var ama onu Yıldız Parkı’ndan göremezsiniz...

Şimdi bir de ”Üçüncü köprüyü yapalım,” diyorlar. Her neyse.. Asıl konumuz olan Yıldız Parkı’na gelelim.

Eğer İstanbul’da yaşıyorsanız mutlaka Yıldız Parkı’na bir kez olsun uğramanızı isterim. Ama gitmişken tek başına yola çıkmayın. O güzellikleri görürken yalnız olmayın. Eğer imkanınız varsa yanınıza sevdiklerinizden birilerini de alın. Veya en çok sevdiğiniz kişiyi yanınıza alın, inanın buna değecektir. Onu da yapamıyorsanız, alın elinize fotograf makinenizi, bol bol resim çekin ve bu çektiğiniz resimleri birileri ile paylaşın.

İstanbul’un ortasında öyle güzelliklerin görülemeyeceği sanılır. Yıldız parkı içinde, açık büfe yemek salonları var, oraları ziyaret edip karnınızı doyurmanızı öneririm. Gerçi oralara yemek salonu demek olmaz. Oralar eskiden Osmanlı padişahlarının kullandığı köşklermiş.

Şimdilerde o köşkler açık büfe olarak halka hizmet veriyor. Bu köşklerin manzarası çok güzel, ben Yıldız parkına gittim mi Malta köşküne giderim. Malta köşkü manzara bakımından çok güzel bir yerde, bahçesinde oturup açık büfeden aldığınız yemekleri yemek için bir masaya oturduğunuzda ağaçlarda gezen Sincapları seyredebilirsiniz. Veya ağaçların arasından masmavi ışıltısı gözlerinizi kamaştıran Marmara denizini ve Boğaziçi köprüsünü seyredebilirsiniz.

Yeni bir nesil yetişiyor...

Mafya dizileri, sadece şiddet içeren haber bültenleriyle, saçma sapan magazin haberleriyle. 
Yeni bir nesil yetişiyor... 

Bırakıldığı yurtta bakıcısı tarafından dövülerek adam edilmeye çalışılarak. Hayata ilk adım olan ilköğretim okulunda ezberciliği öğrenerek. 
Yeni bir nesil yetişiyor… 

Hormonlu yiyeceklerle, iletişim için kanser olmak uğruna her yere kurulan Baz istasyonlarıyla, arkadaşlığın dostluğun hayat arkadaşlığının sanal ortamda bulunmasıyla.
Yeni bir nesil yetişiyor… 

Avrupa Birliğine girme umuduyla hiçe sayılan örf, adet ve geleneklerimizle 
 Kasım 2005

Verin!

Bana dünümü, yalnız ve sensiz geçen günlerimi verin
Dünlerde kalan, yaşamadığım günleri verin
Kalan günlerimin hesabını değil
Sensiz yaşadığım günlerin hesabını verin. 

Vardır...

Sevgi vardır; sevgiyi bilenler için
Aşk vardır; aşkla aşk yapanlar için
Nefret vardır; sevgiye saygıya imrenenler için
Kıskançlık vardır; gerçek ve kalpten sevenler için. 

Tıp

Türkiye'de sağlıkla ilgili bir problem var ama bunu çözebilecek bir babayiğit ortaya çıkamadı gitti. Atam "beni Türk doktorlarına emanet edin" demiş, ama şu anda durumumuz bunu göstermiyor. 

2004 yılında dört değişik Nöroloğa, MR sonuçlarımı gösterdim dördü de farklı teşhiste bulundu. 

Kusura bakmasın kimse; tıp, ranta, üfürükçülüğe, büyücülüğe, hokkabazlığa ve para kazanma kapısı görme haline getirilmiş durumda. 

Baştaki büyükler düşüncesizce davransa dahi, bir doktor hastası ile yürekten ilgilenmediği sürece bir katil kadar suçludur. 

Türkiye'de 9 milyona yakın engelli birey var ve bu engellilerin hemen hemen yarısı; doktor, hasta bakıcı, hemşire ve hastane şartlarının kötü olması sebebiyle mağdur durumda. 

Var mı Var.

Bugün akülü tekerlekli sandalyemle dışarıdaydım. Evimizin yakınında bulunan sağlık ocağına gidip, girişi nasıl çıkışı nasıl rampası var mı diye baktım girişi çıkışı benim tekerlekli sandalyeme uygun mu diye baktım. 

Sağlık ocağının rampası var, ama genişliği ve eğimi saçma sapan bir şey. Genişliği akülü tekerlekli sandalyem kadar, eğimi ise çok saçma, yürüyerek çıkmak bile zor olur, rampanın yüzeyi yamru yumru. 

İşte “rampa var mı? Var... Gerisini boş ver!” mantığı işleyen bir yer daha. Türkiye’nin birçok yeri böyle, Türkiye göz boyamak için yapılmış bu türden icraatlar ile dolu.

Bu ülke var mı? Var ülkesi; Okulları, sağlık kuruluşları, vergi daireleri, postaneleri, parkları, bahçeleri, müzeleri, kaldırım rampaları toplu taşıma durakları ve taşıtları... 

Dünyanın bir çok yerinde konunun uzmanına danışmadan işlem yapılmıyor, bu artık Türkiye'de de vazgeçilmeli ve rampa için doğruyu bilen tekerlekli sandalyeli engelliye danışılmalı. 

TBMM elini üzerimizden çeksin artık...

Ben bir bedensel engelliyim; dengede duramadığım için sadece yürüyemeyen bir tekerlekli sandalyeli bir bireyim. 1996 yılında hasta olmuş bir birey olarak, hastalandıktan on iki yıl sonra kendi isteğimle bir devlet hastanesine başvurup sekiz dokuz uzman doktor tarafından incelenip yüzde seksen engelli olarak almış olduğum bir raporum var. 

Ayrıca raporumda refakatçisiz yaşamımı sürdüremeyeceğim belirtilmiş durumda ve çalışamayacağım da belirtilmiş durumda.  Benim raporum sağlık durumumun çok ağır olduğunu belirten bir rapor. 

Bakıma muhtaç biriyim, ama devletin bana bakmakla yükümlü anneme vermek zorunda olduğu Bakım parasını alamıyorum nedeni de ben malülen emekliyim. 

Bu emekliliğim beni bazı haklarımı almamı engelliyor. Emekli maaşım sayesinde geçimimi kendi kendimi halledebiliyorum. Devlet hallettiğimi bildiği için bakımım için anneme maaş vermez. 

Saçma ama vermez... 

Engelliler sağlık problemlerine göre ayrılmış durumda, mesela ben yüzde seksen engeliyim. Benim durumumda olan birçok arkadaşım var ve birçoğu tekerlekli sandalyede yaşamını idare ediyor ve zar zor geçiniyorlar.

Kanunlarda bu yüzdelerin karşılığı olarak biz engelliler; sağlık problemlerimizi, yolculuklarda, park bahçe müze gibi sosyal faaliyetlerde harcamalarımızı bu engel yüzde oranımız etkiliyor. 

Son yıllarda alınan kararlar sayesinde, yüzde oranları o kadar çok düşürüldü ki neredeyse tüm haklarımızın yarısı elimizden alındı. Birçok engelli muayeneye gitmekte çekinmekte, çünkü gittiği kurumlar tarafından "engelli oranınızın tekrar belirlenmesi gerekli, raporunuzu değiştirin" denilip raporun yenilenmesini istiyorlar. 

Haklarınızı geri almak için hastaneye başvurup, doktorlar tarafından muayenelere alındığınız taktirde de engel yüzde oranınız on puan yirmi puan civarı düşürülüp haklarını kaybetmenize neden olunuyor. Bu oran düşüşü ağır hastalarda pek zorluk çıkarmıyor ama derecesi sınırda olan birçok hastayı mağdur ediliyor.

Liseyi beraber okuduğum bir arkadaşım yüzde 65 olan özür durumunun, yüzde 48'e düşürüldüğünü öğrenince şok oldum. Neredeyse tüm haklarının elinden alındığını söyledi. Artık engellilerin, taşıtlarda seyahat ederken, müzelerde, park ve bahçelerde gezinirken arkadaşımın ücret ödeme zorunluluğu ortaya çıktı.

Arkadaşımın şu an engelli oranı düşürüldüğü için bu gibi sosyal faaliyetlerden faydalanamıyor. Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olan bir engelli olarak tüm sosyal yaşamı yok olmuş durumda. Yolculuklarını para vererek yapmak zorunda kaldı. Park bahçe müze gibi birçok alana para vererek giriyor. Ben dahil birçok engelliye artık "Türkiye Büyük Millet Meclisi elini bizlerin üzerinden çeksin artık" demekten başka bir söz bırakmadılar.

Şu an ben mağdur değilim ama yarın mağdur olup olmayacağımı bilmiyorum. Arkadaşımın mağdur olması veya engelli arkadaşlarımın mağdur olması benim rencide olmama yetiyor. Sadece kendini düşünenlerden olmadığım için bu yaşananlara çok üzülüyorum. 

Uludere'de suçlu yine asker oldu...

Bulunduğumuz bu yıl değil, 2011 yılında, Şırnak’ın Uludere köyünün kırsalında bir olay yaşandı… Bu olaya “katliam” diyen de oldu, “hata” diyende oldu, “yanlışlıkla”  diyende oldu. 

Ben bu olaya insani yönden baktığım için üzülerek ve canım sıkılarak "yazık olmuş, boşu boşuna ölmüşler" diyorum.

Uludere köyü ve kırsalı Türkiye Irak sınırında bir köy; bu sınır köyünde yapacak iş güç olmadığı içinde, köylüler geçimlerini sınırdan kaçak olarak geçip Irak’tan getirdikleri kaçak Mazot ile sağlıyorlar. 

Bu yıllardır belki de yüzyıllardır olan bir geçim kaynağı. Yaptıkları bu kaçakçılığın nedeni devletin bu saate kadar onları istihdam edememiş olması, bu kaçakçılık, kanunlara aykırı ve bunun yanında cezası var. 

Cezası olmasına rağmen, bu kaçakçılığa herkes göz yumuyormuş, yani suçlu sadece köylü değil, oradaki polis asker muhtar kaymakam vali.

Bu göz yummanın nedeni ise o bölgede yapılacak başka işin gücün olmaması nedeniyle, köylülerin geçimini başka yerden sağlayamayacak olması. 

Bu suça devletin kadroları da ortak olmuş durumda. Vatandaşının istihdamını sağlamasını gereken herkes, bu kaçakçılığa ortak olmuş, göz yummuş. Bundan yetmiş seksen yıl sonrada bu olaya, bir başkaları "katliam", "vahşet", "soykırım" diyip, yönetimi suçlayacak, bundan eminim.

Aralık ayının son günlerine gelecek olursam; köylüler o gece kırk kişilik bir grup olarak evlerinden köylerinden katırlarıyla çıkıyor, sınırı aşıp, Irak’tan ucuza kaçak mazot alıp köylerine dönerken, birden bire savaş uçakları onları terörist sanıp ateş açıyor ve bu gruptan otuz beşi ölüyor. Uçaklardan öncede Türk obüsleri grubun olduğu bölüme top atışı yapıp uyarıda bulunuyor.

Sınır devriyesi yapan uçaklarla tespit edilen bu kişiler, F16 savaş uçağı tarafından vurulmuşlar. Uçak bu topluluğu vurmadan önce, iki üç saat boyunca takip edip terörist olduklarının belirlenmesini beklemiş, Amerika’n istihbaratı ve Türkiye’nin istihbaratı sonucunda “topluluğu vurun” kararı çıkınca da F 16 uçakları topluluğu vurmuş.

İşin garip yanı ise bir hafta on gün önce de PKK terör örgütünün içinde bulunan Türkiye adına istihbarat yapan kişide “bir terörist grubun yakında Türkiye sınırını geçip eylem yapacağı” istihbaratını vermiş.

Şunu da unutmamak gerekli; F16’lar orada bir köyü bir mezrayı veya bir kasabayı bir ilçeyi vurmadı, Türkiye'ye doğru hareket eden bir topluluğu vurdu. Köy, mezra, kasaba vursalar, dersin ki “hata", "yanlışlık", "katliam”, "soykırım", ama hareket eden bir grup ve onun için vuruldular. 

Sonuç olarak tüm gelişmeler, o topluluğun bir terörist grubu olduğunu ortaya çıkartıyor. O topluluğun kaçakçı köylü olduğunu ortaya çıkartacak hiçbir kanıt yok. Ne sınırı geçeceklerini bildirmişler, ne getirecekleri malzemenin girişi çıkışı legal, ne de onların sınır kaçakçılığı yaptığını bilen kişiler olacağı görüp F16’ya “dur” demiş.

Burada kaçakçılık yapan ölen o köylüler suçlu çünkü devlete sınırı toplu olarak geçeceklerini bildirmedikleri için, onları ihbar edip bu kaçakçılığı yapmamalarını tenkit etmeyen köylü muhtar kaymakam asker polis suçlu, Amerika verdiği istihbarat için suçlu, Türkiye'yi yöneten hükümet ise tüm bu olanlarda acemice davrandığı için ve istihbaratı değerlendirmede hata yaptığı için suçlu. 

Daha birkaç yıl önce, daha birkaç ay önce onlarca askerimiz şehit oldu... 

Pusu veya çatışma sonucunda değil, bu askerlerimiz bulundukları karakola saldırılması sonucu öldürüldü. Savaş çatışma pusu sonucu ölseler, canım yanmaz, ama bu canlara saldırı yapılarak kıyıldı. Pusuyu anlarım, çatışmayı anlarım ama bulundukları birliğe karakola saldırılması çok kötüydü. 

O terörist grubunu ellerinde silahla mühimmat ile diplerine kadar girdiklerini nasıl görmediler göremediler, bilemiyorum. 

Terörist toplulukları grup sınır karakollarının bir kaç metre yanına kadar girerek onlarca asker polis öldürdüğünde istihbaratı suçluyoruz... Neden bu topluluk dibinize kadar nasıl girdi, uyuyor musunuz?” diye, “görmediniz mi o kadar adamı?”, "kör müsünüz?" diye. 

Kim ne derse desin, o topluluğun vurulup yok edilmesi konusunda pek fazla yapılacak bir şey yoktu. Tamam, benimde canım yandı, karın doyurmak için yok olan o gencecik fidanlara. 

Herkes biraz kendini suçlamalı; kaçakçısı, köylüsü, kasabalısı, muhtarı, kaymakamı, valisi, hükümeti ve istihbaratçısı.