30 Mayıs 2013 Perşembe

Kıyamet

Bulunduğum ilçeye yaklaşık bir yıl önce üç adet gökdelen yapılmaya başlandı. Hemen üç yüz dört yüz metre ilerimize...

Dün gördüğüm kadarıyla şu anda otuzuncu katta filanlar ve kaba inşaatı bitmiş haldeler. O kadar büyükler ki, ilçemizin her yerinden gözüküyorlar. 

Geçtiğimiz günlerde bir gazetede bir resim vardı, sanırım Karaköy Beşiktaş civarlarından çekilmiş, Sultanahmet camisinin bir resmi, resimde bulunan Sultanahmet camisi minarelerinin görüntüsü var ve o resimde bizim buradaki üç gökdelenin görüntüsü de var. Minareler arasında bu üç gökdelende var.  Sultanahmet cami bizim bulunduğumuz bölgeye 9-10 kilometre uzaklıkta bulunuyor. O caminin o güzel görünümü bu üç gökdelenle bozulmuş durumda. Neyse, o cami bize çok uzak ve bu o kadar önemli değil, sadece “görüntü kirliliği yapıyorlar” denilebilir.

O gökdelenler ilçemizin görüntüsünü bozmuş durumdadırlar. Bir caminin görüntüne önem vermek veya vermemek siyasi gücün elinde. İşlerine geldin mi Müslüman olurlar, işlerine gelmezse olmazlar. Görüntü güzel olsun veya olmasın, önemli olan o bölgeyi betonlaştırmış olmaları. Eğer bu betonlaşmaya “dur” denmezse, sonumuz çok daha kötü olacak ve yeşile hasret kalacağız, yağmura, kara hasret kalacağız.

Eğer yağmur yağıyorsa, eğer nefes alıyorsak bunun tek sebebi vardır o da yeşildir... Ormanlardaki, park ve bahçelerdeki ağaçlar, yol kenarlarındaki çiçekler, bitkiler, çimenlerdir ve ağaçlardır, bizleri canlı tutan nefes almamızı sağlayan yeşil doğadır. Bizler yeşili korumayıp yok ettiğimiz sürece yağan yağmura kara hasret kalacağız, ciğerlerimize çektiğimiz oksijenimizin kalitesi düşecek ve yavaş yavaş öleceğiz.

Karadeniz bölgemiz neden çok yağmurlu neden yoğun kar yağışlı, çünkü orada doğaya ellenmemiş durumda. Orada çevreye beton değil yeşil hakim. Bu yüzdendir o bölgeye yağmur ve karın çok yağması. Zaten bu doğanın bir kanunudur, yeşil olan yer yağmurla karla temiz oksijenle ödüllendirilir.

Ben demiyorum binalar olmasın gökdelenler olmasın, ben diyorum ki “her şey yerinde güzel,  bulunduğum ilçede her yer beton zaten, kalan o üç yüz beş yüz metreye de kocaman beton yerler yapıp insanları o binalara sıkıştırmanın ne gereği var. Hiç kimse doğaya önem vermiyor. Yeşili önemsemiyor vahşi yaşamı hayvanları önemsemiyor.

Kıyamet denen sonu aslında biz getireceğiz doğayı katlederek…

Üstelik o gökdelenlerde yaşayacak insanlar başka yerlerden getirilip yerleşecekler. O gökdelenlerde tek bir dairenin fiyatı birkaç milyon lira değerlerle anılıyor. Yani bölgemiz çok değerlenecek ve o gökdelenlere de parası olanlar yerleşecek parası olanlar paralarını kat be kat artıracak. Biliyorum, çünkü bu hep böyle olmuştur. Ülkemizin neresinde güzel bir yer varsa ve maddi olarak çok değerli olacaksa, orası o dönem devlette hükümet olan kişiler tarafından el konulup değerinden düşük fiyata yandaşlara verilmiştir.

Ben “bu hükümet bunu yapıyor…” demiyorum, ben bunu öncekilerden yaşadığım tecrübeye dayanarak “böyle olmuştur böyle olacaktır…” diyorum. Biliyorum çünkü İstanbul’un en güzel yerleri bu hükümetin yandaşları ile dolmuş doldurulmuş durumda. 

Beykoz sırtları ve orada imara açılan bölgedeki villalar çiftlikler, boğaz çevresindeki bölgelerin imara açılmış olması ve oraların dolmuş doldurulmuş olması ve iş merkezi olan bölgeler civarındaki otobüs durakları gibi okullar gibi kamu binaları gibi yerlerin yıkılıp arazilerinin özelleştirilip satılması veya arazilerine ev işyeri yapılıp satılması.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Sağlık ocakları


Bugün ilaçlarımı yazdırıp almak için ilk önce sağlık ocağına daha sonrada eczaneye gittim, gittiğime pişman da oldum. 

Sağlık ocağının olduğu binaya ulaşamıyorum, çünkü kaldırımın rampası yok, kaldırıma çıksam bile sağlık ocağı girişindeki rampa, dar ve dik.

Bırakın tekerlekli sandalyemin o rampadan geçmesini bir bebek arabası bile o dar rampadan geçemez. Sağlık ocağı içerine giremediğim, bina içine giren bir bayana nüfus kağıdımı ve istediğim ilaçların listesini verdim ve “görevliye verir misiniz o ne yapacağını biliyor” dedim.

On beş yirmi dakikayı aşkın bir süre, sıcakta sokakta bekledikten sonra sıkıldım ve içeri haber gönderip “engelli biri bekliyor neden evraklarım gelmedi” diye sordurttum. İçeriden her zaman benimle muhatap olan görevli geldi ve bana doktor değişti bu yüzden bilgileri kontrol ediyor” dedi.

İşleri güçleri iki dakika muayene edip bol bol ilaç yazmak, ilaç depolarındaki ilaçları tüketmek… Kimsesi, beni sağlık ocaklarının insanlara sağlık verdiğine inandıramaz.

Dışarıdan konuşmak kolay, sağlık ocağına işi düşmeyen insanlar “dır dır” öter ve “sağlık ocakları çok faydalı iş yapıyor” derler. Sorsam “sağlık ocağında kaç defa işin oldu” desem, gık çıkarmaz. Sağlık ocağı doktorlarının işi gücü hastayı doktora sevk etmek,  bolca antibiyotik yazmak. Birde benim gibi hastalığı olan kişileri muayene etmeden kapı önünden ilaç yazmak.

Hem sağlık kurumu binası içine girmem engelleniyor, hem kimlik numaram girilerek iki dakikada her türlü bilgime ulaşılıp yapılacak bir iş için neredeyse yarım saattir sıcakta sokakta ortasında bekletiliyorum. Kızdığım öfkelendiğim için bana haksızsın gözüyle bakılabilir ama bu bir eziyetten başka bir şey değil.

Her mahalleye bir Sağlık ocağı kuruldu, her mahallede olması gerekli zaten. Sanki bu kurumlar sağlık hizmetinden çok bazı sektörlerin karnını doyurmak için varlar.
 
Sağlık ocakları; sağlık sektörü ve çalışanlarının, eczane ve çalışanlarının, ilaç üreticileri ve çalışanlarının istihdamını sağlamak karınlarını doyurmak için varlar.

21 Mayıs 2013 Salı

Muz ve 3. Dünya savaşı

12 Mayıs Pazar akşamı Fenerbahçe Galatasaray maçı vardı, Kadıköy’de Şükrü Saraçoğlu stadında yapılan maçı, Fenerbahçe 2- 1 kazandı.

Maçta konuşulan konu futbol değildi, her zamanki gibi maça damgasına vuran maç öncesinde Fenerbahçeli bir seyircinin Galatasaraylı futbolcu Drogba’ya muz göstermesiydi.

Medyanın işi olmadığı içinde bu konuyu uzattı da uzattı, neymiş muz ırkçılık ayrımcılık tartışmasına yol açmış.

Bir meyve ırkçılığı ayrımcılığı nasıl temsil eder, anlamıyorum.

Bir söz, bir hareket, bir bakış, ırkçılık ayrımcılık sayılabilir. Bir muz, nasıl ve neden ırkçılığa sebep olsun, çözemedim. Drogba bir siyahi oyuncu, maymuna benzetilmiş olabilir o kadar, bu da o muzu gösteren insanın ayıbıdır.

Bu saçma sapan konu için, başbakan yardımcı Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç devreye girdi ve dün Galatasaray’lı Drogba ve Fenerbahçe’li Webo ile bir toplantı yapıp, medyaya “biz kardeşiz” mesajı verildi. Bir an korktum ve “iyi ki 3. Dünya savaşı alınacak diye.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Rengin ne?


Biz Türklerin bir sorunudur; nüfus kağıdında Türk vatandaşı ibaresi var diye karşısındakinin Türk olduğunu sanması veyahut nüfus kağıdında Müslüman yazdığı için karşısındakinin Müslüman sanması. Bu öngörü sadece biz Türklere ait bir durumdur, kısacası görünüşe göre hareket ederiz.

Dün, Facebook sosyal paylaşım sitesinde bir olaya şahit oldum, inanılmazdı. Türk olduğumuzu her yerde belli ediyoruz. Amerika’da olsak bile seviyemizi belli ediyoruz. Facebook; insanların birbirleri ile tanışıp tekrardan arkadaş olduğu bir sosyal ağ. Facebook adlı bu sitede benim çocukluktan bir arkadaşım var, adı Koral. Kendisi Beşiktaş futbol takımı taraftarıdır, ama bir numaralı bir çocuktur, sağ olsun. J

Koral’ın iki arkadaşı onun Facebook sayfasındaki profilinde bir video altında yorum yaparak tartışıyor. Videodaki görüntülerdeyse, dört beş gün önce Hatay’da yaşanan terör olayı var, videoda terör olayı gerçekleştikten sonraki dehşet vahşet anlarının görüntüleri var. Koral’ın bu iki arkadaşı ise, yaralıları ölüleri bir köşeye bırakıp, evlerin işyerlerinin yıkılmış yakılmış dökülmüş, bu görüntüleri bir kenara bırakıp, kendi egolarını okşayan siyasi görüşü savunuyorlar, patlamadan sonra oluşan kargaşada insanların can havliyle yaptıklarından konuşuyorlar.

Tipik Türk tartışması; sona eren futbol maçının günlerce tartışılması gibi.

O terör olayında onlarca insan ölmüş, tüm varlıklarını kaybetmişler. Bizim arkadaşlar bu görüntülere yorumlarında “neden Allah kelimesinin başına CC konmuşmuş”, “neden konmayacakmış” tartışması içindeler.

Biri dini abartılı kullanıyor diğeri bu abartının nedenini soruyor. Bırakmışlar ölüyü yaralıyı dehşeti vahşeti terörü, Amerika’da yaşayan iki Türk birbirini yiyor.

Sanırım bu sosyal ağları, bizim gibi saçma sapanca tartışmalar için kullanan yoktur. İşin saçmalığı bakış açısının ne olduğu bilmemekten geçiyor. Biz Türkler hiçbir zaman gelişemeyeceğiz, biz hiçbir zaman zamana ayak uyduramayacağız. İnsanlar Mars’a saat başı tur düzenleyecek, biz Türkler “uzaya gitmek Sevap mı? Günah mı” diyeceğiz. Biz bilimle ilimi hiçbir zaman ayrı tutmayı öğrenemeyeceğiz. Bizler önyargımızı bir kenara bırakarak konulara bakamıyoruz, egomuzu ön planda tutmadan hareket edemiyoruz. Biz bilgiye bilince eğitime karşıyız, göreceliğe karşı biriyiz, bu yüzden de hiçbir zaman gelişemeyeceğiz.

Egomuz önyargımız yüzünden hiçbir zaman ortak yolu bulamayacağız, hep birbirimizi yiyeceğiz. Birileri İslamı kullanır birileri Türklüğü, her iki tarafta bilmiyor ki İslam’da göreceli kavramdır, Türklük’te.

Bazen bu tartışmalara şahit olunca, insanımız konusunda ortada kalıyorum; karşımdaki kişinin İslam’a bağlılığı konusunda veya Türklüğe bağlılığı konusunda ne kadar samimi olduğunu çözemiyorum.

Sokaklarımız; namazında niyazında, hacca gitmiş gelmiş diye kendine Müslüman dedirten insanla dolu, aracında evinde internetinde bayrak taşıyan insanla dolu. Ben hangisinin gerçek olduğunu hangisinin yalan olduğunu nasıl çözeceğim. Belki birçoğu Müslüman değil belki Türk değil, kimliğinde yazıyor diye görünüşünde var diye kimseye kimlik yapıştırmamak en iyisi. İnsanları Türklükleri ile Müslümanlıkları ile baş başa bırakmak en iyisi.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Stat parkta düzenleme çalışması

Bugün hava çok güzeldi, sıcak ve güneşliydi... 

Sokağımızın köşesinde tekerlekli sandalyemle biraz güneşlendikten sonra insanlarla sohbet ettikten sonra güneşe doydum ve Stat park Erey çay bahçesine gitmeye karar verdim.

Biraz sokaklarda gezindikten sonra, Stat park Erey çay bahçesine gittim, Ercan ağabey ve Melih ile bolca sohbet ettim. Fark etim ki; sadece ben değil herkes dışarılarda, çay bahçesinde boş masa yoktu, oyun parkında oyuncaklar çocuklarla doluydu ve hatta parkın çimenlerinde oturup piknik yapanlar bile vardı. Çay bahçesinin ve oyun parkının yirmi yılı aşkın bir geçmişi olsa da, Stat park buraların çok eskilerindendir.

Bugün Stat parkta bir sorun vardı, o da parkın etrafını çevreleyen kısa duvarları belediyenin yeniliyor oluşu. “Bunda ne var var, yenilensin etraf” denilebilir, ama bu çalışmanın bu güzel günlerde yapılıyor oluşu, düşüncesizlik değil mi? Kaldırımlar molozlarla mahvolmuş durumda, inşaat makinesi sesleri rahatsız edici, parkın yeşilliği kuş sesleri yok olmuş.

Bende o inşaat alanının kısa bir videosunu çekip, videoyu dünyaca ünlü video paylaşım sitesi Youtube’ye ve Dailymotion’a koydum. Videoyu oraya koyarken de altına şu yorumumu yazdım;



Kış ve Sonbahar ayları boyunca çalışma yapmayıp, insanımızın sokaklara kaldırımlara parklara bahçelere çıktığı, İlkbahar ve Yaz aylarında belediyelerin çalışma yapmasını anlayabilmiş değilim.

Bir tekerlekli sandalyeli olarak havanın güzel olduğu günlerde, kaldırımları kullanamamak, parklarda bahçelerde eğlenememek dinlenememek tüm herkes gibi beni de kötü etkiliyor.
İnşaat çalışmasını bugünlerde yaptığı için yöneticilere kızıyorum, inşaat sırasında verdikleri ses ve görüntü kirliliği için mühendislere kızıyorum.

10 Mayıs 2013 Cuma

Zeyram

Dün öğlen tam dışarı çıkacakken, fizik tedavi rehabilitasyon egzersiz tedavisi eğitimi aldığım kurum olan özel Sempati özel eğitim ve rehabilitasyon kurumundan aranıp “yarın yani bugün günü saat 09:00 ila 12:00 arası parmak izi taraması için Zeytinburnu rehberlik araştırma merkezi (Zeyram) binasında olunması gerektiği” söylendi, bende hemen “yarın dışarı çıkıp çıkamayacağım belli olmaz, ben şu an dışarı çıkıyorum Zeyram’a uğrar taramayı yaptırtabilirsem yaptırırım” dedim, sekreterse “tamam” dedi. 

Ben annem babam tarafından dışarı çıkartılıp akülü tekerlekli sandalyeme oturtuldum. Yanıma nüfus kağıdımın fotokopisini alıp, hemen yüz metre uzaklıkta bulunan Zeytinburnu rehberlik araştırma merkezine gittim. Merkez bir engelli merkezi olduğu halde, hem binasına giriş rampasının eğimi çok dik yani tekerlekli sandalyemle o rampayı çıkmam inmem imkansız, hem de binada işlemler ikinci katında yapılıyor. Bir engelli merkezindeki saçmalığa bak; rampası saçma sapan tekerlekli sandalyeliye uygun değil, hem de binalarında üst kata çıkabilmek merdivenleri aşabilmek için asansör yok.

Hakkın kanunda yazıyor “hakkın bu” deniyor, ama hakkını almak istediğinde sana otuz takla attırıp önüne engel koyuyorlar.

Hep derim ya; “bu ülke var mı? Var ülkesi… İşliyor mu? Boş ver işlemesine gerek yok.”  

Bu ülkede bürokrasi Şeytanlıklarla dolu, ellerinde imkan olsa bile işgüzarlık yüzünden gereken yapılmıyor. Bu ülke insanı engellilere, ya düşman içinde kin besliyor, ya da işini yapmıyor işgüzar veyahut engellilere “Allah bu adamı bu hale getirdiyse bunu hak etmiştir” diyor.

Devlet sana para veriyor, imkan sunuyor, ama hala engelli yaşamını zorlaştırmak için elinden geleni yapıyorsun. Engelliye içinde kin besliyorsun “Allah lanetlemiş” diyorsun veya işgüzarsın işini yapmıyorsun “devletin malı deniz yemeyen keriz” diye düşünüyorsun.

10 – 16 Mayıs ülkemizde engelli haftası olarak kutlanıyor, ama gel gelelim herkes engelli önüne engel koymak için elinden geleni yapıyor, özellikle devlet kurumları. Dün Zeyram binası önünde tarama yaptırmak için bir çözüm yolu düşünürken babam, ikinci katta bulunan işlem merkezinden durumum hakkında bilgi verdi. Ram’ın müdürü de babama “eğer parmak izi vermezse olmaz, raporunu iptal ederim” demiş. Bende hemen cevap verdim “tamam raporumu iptal etsin, beni rehabite etmesin, ama bende bu durumu Milli eğitim bakanlığına bildirir, bir tekerlekli sandalyeliyi basitçe yapmış olduğu bir rampadan çıkartmaya uğraştı ve merdivenlerden ikinci kata çıkmamı istedi, bende “hayır” deyince de, beni raporumu iptal etmekle tehdit etti” derim. Sonra da; ya o parmak izi okuma makinesi engellinin ayağına gelecek ya da ben o merdivenleri çıkmam, bu durumu Milli eğitim bakanlığına şikayet ederim” dedim.

Benim bu son söylediğim söz; tehdit değil yasal hak, hakkı almayı öğrendim istemeyi değil.  

Ben bir engelliyim, bir engelli olarak konuşuyorum, çünkü ben bu engelleri bizzat yaşayan kişiyim, kimsesi benim için en iyisinin ne olacağını bilemez. O adamlar o kurumun başında benim için var, bana en iyisinin ne olacağının düşünmek için var ve en iyisini yapmak zorundalar. Eğer yapamıyorlarsa çekip giderler, bu kadar basit.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Dokun bana...

Ben fazla dokunmaktan ve dokunulmaktan hoşlanmam…

Uzun yıllardır insanlarla yakın temasa girmişliğim pek yoktur, hem engelli olduğum için çekingenliğim var, hem güven kaygım var, hem de insanlar benden çekiniyor. İnsanımız yakındır sıcakkanlıdır, ama bana karşı çok çekingenler, onlar bende çekinip negatif elektrik verdikleri an bende huzursuz oluyorum.

Özellikle bazı sağlık çalışanları bana dokunmamak için gösterdikleri çaba çok aşırı oluyor.  Ben “sarılsınlar sokulsunlar” demiyorum, ama iğne vuracak bir hemşirenin bana dokunmadan serumu bağlama çabası veya iğneyi vurma çabası gözümden kaçmıyor, egzersiz yapacak bir fizyoterapistin bana egzersiz yaptırırken dokunmak istememesi veya “bu hareketi kendin yap” demesi, bana garip ve saçma geliyor.

Sen sağlık sektörünü seçmiş bir kişisin, iğneyi vururken bana dokunacaksın, egzersiz yaptırırken bana dokunacaksın. Dokunmak istemiyorsan o mesleği hemen bırakacaksın.

Kalkıyorlar hemşire oluyorlar, terapist oluyorlar, ambulans çalışanı oluyorlar ve sonra “hayır o erkek, ona dokunamam” diyorlar. Zorunlu olarak hastaya müdahale ettikleri gözlerinden okunuyor.

Ben fizyoterapiye ihtiyacı olan biri olarak, fizik tedavi hastanesinde bana dokunmamak için “hareketlerini kendin yapabilirsin” diyen fizyoterapistte gördüm, “annesi hareketlerini sen yaptır” diyen fizyoterapistte gördüm. Bir mağaza satış elamanı bir garson bana dokunmak zorunda değil, ama bir sağlıkçı mesleği gereği bunu yapmak zorunda, “ben bunu yapmam yapamam” diyemez.

Sağlıkçısı “ben dokunamam, günah, ayıp, huylanıyorum” diyor, hastası “ben erkek doktora muayene olmam, ayıp, günah huylanırım” diyor, “beni erkek doktor ameliyat etmesin” diyen bile var. Sanki son yıllarda hastası da sağlıkçısı da sapık sapkın oldu. İnsanımız ileri gideceğine geri gidiyor. Bu ülkede hastanın alternatifi var, ama bunu bir sağlıkçının yapması çok salakça ahmakça aptalca salakça. İnsanın suratına bunu diyemiyorlar, ama hareketleri kendilerini ele veriyor. 

Dört beş yıl önce ünlü bir kişinin hanımı rahatsızlanıyor, erkek doktora ameliyat olmamak için, işinde uzman olmayan bir bayana ameliyat olmaya kalkıyor ve ameliyat masasında yaşamını yitiriyor. Bir başkasına dokunmadan hissiyat nasıl anlaşılır bilmiyorum. Hadi ben kendimi biliyorum, biri bana dokununca veya ben ona dokununca rahatsız oluyorum ama bizzat kendim rahatsız oluyorum. 

Bunun nedeni, uzun süredir insanlarla ilişkide olmamam, kendimi onlardan soyutlanmış olmam. Son yıllarda dışarıda tek başıma geziyor oluşum, beni çok korkutuyor aslında, özellikle insanlarda çok çekiniyorum. Kimin güvenilir kimin güvenilmez olduğunu çözemiyorum, çoğu zaman sudan çıkmış balık gibiyim.

Ben; yabani gerici huysuz sapık sapkın eğitimsiz bilinçsiz değilim, sadece uzun süredir insanlardan uzak kalmış biriyim, bu yüzden de güven sorunum var, insanların verdiği tepkinin kötü mü yoksa iyi mi olduğunu çözemiyorum.  

Ülkemizde öyle insanlar var ki; sapıkça sapkınca bir zihniyetle yetiştiriliyor ve “başkalarına dokunmayın, karşınızdaki dokunuşunuzdan faydalanabilir, Günaha girersiniz Cehennemde yanarsınız” deniliyor. Bu deyişle aslında içlerindeki duyguyu hissi belli ediyorlar, yani o türden kişilerin içlerinden geçen bu başkasının dokunuşuyla haz aldıklarını dışa vuruyorlar.

Bu yazdıklarımı emekli hemşire arkadaşım Gülsevil hanım, bu söylediklerimi onayladı ve “geçmişte bu zihniyet yoktu ama şu anda durum bu” dedi.

Eğitimde doğru yol...

Yaklaşık iki ay önce Olivium alışveriş merkezinde Özsüt’ün sahibi olan Sezgin ağabeyin üniversitede okuyan kızı bana; bir ödev hazırlığı içinde olduğunu, eğer engellileri konu alırsa ona yardımcı olup olamayacağımı sormuştu, bende “seve seve, zaten bizler kendimizi bu topluma en iyi şekilde nasıl tanıtırız telaşı içindeyiz” dedim.

Kararlaştırdığımız bir gün Özsüt’te beraber bir buçuk iki saatlik bir toplantı düzenledik, bir brifing gibi o sordu ben cevapladım, yapılması gerekenleri yapılmaması gerekenleri söyledim ve hazırladığı ödev sayesinde yüksek bir puan aldığını bugün öğrendim. Çok başarılı bir sunum olduğu için neredeyse yüz üzerinden yüz almış.

Bu başarının asıl nedeni, ne ben ne de o, nedeni doğru yolu izlemek…

Eğer bu konuyu engelli olmayan bir kişiyle çözmeye kalksaydı bu kadar başarılı olacağını sanmazdım, zaten Türk halkının sorunu bu konuyu yaşayanla çözmeye çalışmaması, engelliği yaşamayan kişilerce yaşanan sorunların zorlukların çözülmeye kalkılması. Tarihi bir olayı veya Matematiği Coğrafyayı kitaplarla çözmeye çalışa bilirsiniz internette çözebilirsiniz

Doğruya doğru bu toplum bizler hakkında bilgiye bilince aç, yani bu tolumun engelliler hakkında doğru bilgiye bilince ihtiyacı var. Bu toplum gelişip bir yerlere gelecekse herkesin üzerine düşen görevi yapması gerek. Biz engelliler bu toplumun yüzde onunu oluşturuyoruz, ailelerini de sayarsak bu tolumun yüzde otuzunu kırkını oluşturuyoruz. Azımsanacak bir rakam değil, ailelerimizle birlikte yirmi beş otuz milyon kişiyiz.

Engelliliği yaşayan bir engelli doğru yolu gösterecek, eğitim yuvaları medya devlet organları ise bu konuyu vatandaşın bilinçlenip gelişmesine yardımcı olacak. Herkes üzerine düşen görevi yaptığı taktirde bu toplum çok kısa bir sürede bizler hakkında bilgiye bilince sahip olur, hem biz engelliler güzel yerlere geliriz hem de ülkemiz çok güzel yerlere gelir.

Tarih kokan mekana Engelli wc yapın


Bugün saat 14:00 civarı tek başıma tramvayla Beyazıt’a gittim, fazla bir zorluk yaşamadan da gezip geldim. Kapalıçarşı’yı gezdim, Sultanahmet meydanına gittim, Beyazıt meydanını gezdim, Nuriosmaniye vergi dairesinde memur olarak çalışan arkadaşımı gördüm, arkadaşlarıyla tanıştım, bana bir kahve ısmarlayıp bolca sohbet ettiler. O arkadaşım benim 70.yıl fizik tedavi hastanesinde tanıştığım bir arkadaşım, benden birkaç yaş büyüktür ve mesleği memurluk olduğu halde sıcakkanlı biridir. O beni ziyarete iki defa geldi, ama ben onun yanına hiç gitmemiştim. Kapalıçarşı’yı gezerken Nuriosmaniye çıkışını gördüm, hemen aklıma o geldi ve hemen çarşıdan çıkış yapıp Nuriosmaniye vergi dairesine gidip onu gördüm. Aslında niyetim Kapalıçarşı’yı gezmekti, Nuriosniye çıkışını görünce aklıma Nurten geldi, aradım, müsaitmiş, görüştük.

O bölge dokunulmaz yani tarihi eserle dolu bir bölge olduğu için, benim gibi bir tekerlekli sandalyeli o bölgede gezinirken çok zorlanıyor, yolları paket taş ilerleyemiyorum, kaldırımlar dar ve eski, neredeyse hiç ilerlemek mümkün değil, turist kaynıyor adım adım ilerleye biliyorsun.

Kapalıçarşı’ya giriş yapıyorum, yapı içine girişte bir basamak var, çevreden bir iki esnafla konuşup tekerlekli sandalyemin sarsılmadan basamağı inmesini sağlamalarını istedim, onlarda sağ olsunlar hemen koşturdular basamaktan inerken sarsılmamam için yardımcı oldular. Esnaf yardım ederken Kapalıçarşı’nın güvenlik görevlisi ise bizi seyretti, seyretmekle kalmadı tabi ki ben basamaktan inip çarşıyı gezmek için bir iki metre ilerlemişken, bana “on metre yan tarafta çarşının düzayak girişli yeri var, bir defakine oradan gelirsin” dedi. Akıllı bizi seyretti, iş bitti, kalktı bana akıl veriyor. On metre yandaki kapı rampalıymış, Allah’ım Yarabbim ya çıldırtacaklar adamı, bari çalışanları 21 yüzyıldan seçin.

Bu türden tarihi bölgeleri gezmeyi severim, ama bu tür yerler bana hiç uygun değil. Öyle böyle değil, bugün Beyazıt’ta o kadar çok zorlandım ki, anlatamam. O koskoca tarihi eser dolu bölgede sokakları turist kaynayan Beyazıt meydanında Kapalıçarşı’da Sultanahmet’de Gülhane parkında bir adet tuvalet bulamadım. Bugün tuvalet konusunda öyle bir sıkıştım ki, mahvoldum, neredeyse çatlayacak patlayacaktım. Belki o bölgede üç beş tuvalet lavabo vardır, ama hiç biri tekerlekli sandalyeli engellilere uygun değil, kadınlara çocuklara uygun değil, yaşlılara uygun değil.

Bugün o bölgede gezinirken tuvalet konusunda o kadar kötü sıkıştım ki, bu sıkışma bana büyük bir ders verdi. Çünkü orada neredeyse altıma yapacaktım, öyle bir sıkıştım ki resmen mahvoldum. Koskoca tarihi bir bölgede sağlıklılar için merdivenli basamaklı da olsa tuvalet vardı, ama engellilere uygun bir yer yoktu. Bu sefer yanımda Ördeğimin olmasına pek sevinemedim, çünkü Beyazıt Sultanahmet Kapalıçarşı gibi bir bölgede tuvaletimi yapacağım yer yok.

O kadar çok sıkıştım ki, Kapalıçarşı ve Sultanahmet’te tuvalet bulamadım ve Beyazıt meydanın tam ortasında etrafı duvarla çevrili bir iki metrekarelik bir kuytu köşe bulup Ördeğimle işimi hallettim. İlk önce bir yer buldum sonra iki genç öğrenci gördüm yanıma çağırdım, “arkadaşlar tuvalet olarak ben çok sıkıştım, bir an önce tuvaletimi yapmam gerek, siz iki dakika çevremde durup ufakta olsa bir önlem alırsanız sevinirim” dedim. Çocuklar durumu anında algıladı ve ben Beyazıt meydanı gibi tarihi bir mekanın ortasında Ördeğime işedim.

Kimsesinde bir korku yok düşünce yok akıl yok, hepsi kendini düşünüyor. Bir tanesinin aklına gelmiyor o bölgeye çok güzel bir tuvalet yapmak, Valisinin, Kaymakamının veya Belediye başkanının bir yakını engelli olsa ve yaşadığım şu kötü anı yaşasa o bölgeye her elli metreye tuvalet konulup işin boku çıkartılırdı.

Tamam, tarihi dokuyu bozmayın, ama üç beş metrekare lavabo tuvalet yapacak yerde mi yok orada… İlk defa yöneticilere küfür ettim, düşüncesiz umursamaz densiz dengesiz oldukları için.

Çöppp


Yok, insanımız adam olmayacak, belediye defalarca çöp günlerini ve saatlerini söylediği halde, insanımız “yok hayır” deyip, çöplerini pencere ve balkonlardan atıp sokağı bir çöplüğe çeviriyor, çöplerini kendi kapı önleri önüne koyacaklarına üşenmeyip başkasının kapısı önüne koyuyorlar.

Ya kardeşim mademki çöpünü poşete koyup pencerenden balkonundan sokağa atıyorsun hiç aklına gelmez mi o poşetin patlayacağı çöplerin yere yayılacağı, kardeşim hiç mi aklına gelmez çöp saatin kaç olduğu, hiç mi aklına gelmez kendi kapının önü varken başkasının kapı önüne çöpünü koymanın ayıp olacağı.

Bazısı karşı apartmandan çöpüyle çıkar, gözüme bakarak çöpünü bizim apartmanın önüne koyar, ben uyarınca alır çöpünü kendi apartmanı önüne koyar. Bazısı çöp saatinden iki saat önce çöpünü çıkartır kokutur sokağı, kendisi evine gittiğinden umurunda değildir başkaları. Bazısı üst kattan çöpünü atar sesten benim ödüm kopar, yere çarpan poşet patlar, atan kişi de utandığı için hemen pencereyi kapar içeri kaçar.

Benim aradığım samimiyet, sahte gülüşler veya yapmacık konuşmalar değil...


Çevremdeki bazı insanlar yılda bir veya iki defa gelirler veya telefonda internette hatırımı sorarlar.

Benim yerimde bir başkası olsa tepki gösterip, ya onlarla “ayda yılda bir geliyorlar nasıl olsa” deyip, konuşmaz ya da onlara surat yapar. Ama ben öyle değilim; benim gibi evden fazla çıkamayan bir engelliye ayda yılda bir ziyarete gelene ben te
pki göstermem, çünkü farkındayım ki insanların işi gücü var, bir yaşantısı var veya derdi sıkıntısı var. 

Bu hayatta kimse huzurlu bir yaşam süremez, "her bireyin bir sıkıntısı huzursuzluğu derdi sıkıntısı vardır" derim.

Bazısının da içini bilirim içini okurum, gelmez gelemez, bir anda ortaya çıkar karşımda çok rahat bir tavırla oturur, çünkü bilir benim ona tavır yapmayacağımı, kişiliğimin o yapıda olmadığını bilir.

Bana ayda yılda bir gelip giden bazı kişiler, gelip karşıma oturduğu zaman bakışlarıyla konuşmalarıyla bana olumlu elektrik verir enerji aşılar. Bu yüzden onlara karşı tepkim azdır veya hiç yoktur.

Gelirler “Apo sinekkaydısın yine” der, “Apo sakal bıyık süper” der, “Apo keçisakalı kes yakışmıyor” der, “top sakalın yakışıyor” der, “Apo yazmaya devam değil mi” der, “Apo bir kız bulamadın mı hâlâ” der. 

Çok samimi yaklaşırlar, kendimi rahat hissetmemi sağlarlar.

Benim aradığım samimiyet, sahte gülüşler veya yapmacık konuşmalar değil…

Adam her gün gelip gitse, ama suratı limon satsa ne işe yarar, adam ayda yılda bir gelse ama seni yaşama bağlayacak iki cümle kursa çok işe yarar. Önemli olan çok konuşmak değil sıkça gelip gitmek değil, önemli olan gerekli olanı içten ve samimice yaklaşmak.

Hamit dayım vardır, büyük halamın büyük oğlu... O böyle bir insandır işte, yılda bir defa gelir yarım saat oturur gider. Gelir oturur karşıma, iki destek laf eder gönlümü fetheder gider, onun o içten davranışı ve ettiği iki güzel laf bana günlerce haftalarca aylarca yeter. 

Çünkü ettiği laflar öyle basit laflar değil, söylediği sözler özenle seçilmiş, samimice, içten, destekleyici, doğru, yapıcı, gurur verici, yaşama bağlayıcı sözler. 

Akiller

Türkiye’de gündem yine dolu, yine ağızlara çiğnenecek sakız var…

Artık haber bülteni seyretmeyi bıraktım, belki de üç ay olmuştur doğru dürüst bir bülteni izlemeyeli. Son birkaç aydır da gündem, Türkiye’nin son otuz yıldır başına bela olan on binlerce askeri polisi öldüren bir o kadarda sivil vatandaşın yaşamına canice son veren Pkk terör örgütü ile yapılan barış görüşmeleri. Hükümetle veya hükümetin kontrolü altındaki Mit’in örgütle görüşmelerinde pek bir sorun yok, hükümetle yapılan görüşmeler sonucunda örgüt 17 Nisan tarihinde yaptığı açıklamada 8 Mayıs itibariyle ateşkes kararı alıp kenara çekileceğini, terör faaliyetlerini sonlandırdığını açıkladı.

Yaklaşık bir ay önce hükümet tarafından belirlenen altmışın üzerinde ünlü isim ise Akil adam olarak belirlendi ve Türk halkı ile konuşmaya başladı. Bunun sebebi Türk halkına otuz yıldır süren bu terörün artık sona erdirilmesinin gereğini anlatmak, çünkü Pkk terör örgütü birçok vatandaşın canını yaktı, bu yüzden de birçok kişi “terör örgütü ile bu görüşmelerin yapılmasına karşı” durumda. Birçok kişi de, Pkk terör örgütü ile yapılan görüşmelerde, terörün durdurması için örgüte ne gibi bir imkanlar verildiğini bilmek istiyor. Herkesin bildiği bir şeyi başkalarından saklanamayacağı anlamıyorlar, karşılığında bir şey verilmeden 8 Mayıs itibariyle terörün sonlandırılmayacağı.

Ben herhangi bir siyasi görüş peşinde koşan bir kişi değilim, terör yüzünden yaşamını kaybeden askerimize polisimize sivil vatandaşımıza tabi ki içim gidiyor canım yanıyor, bu kanın durmasının gerektiğini bende istiyorum ama bu hareketler bana çok suni geliyor.

Ben, terör örgütünün şiddeti sonlandırdığına inanmıyorum, kandan geçinen bir olgunun bir anda “kan emmeyi bıraktım” demesi inandırıcı gelmiyor. Vahşi bir aslanın “artık avlanmayı bıraktım” demesi gibi bir şey. Pkk terör örgütü bulunduğu coğrafya itibariyle, uyuşturucu trafiğini, silah kaçakçılığını, insan kaçakçılığını idare eden bir örgüt. Şimdi bu örgüt kalkıp “bunların hepsini bıraktım” demesi çok saçma.

Uyuşturucu trafiğini, silah kaçakçılığını ve insan kaçakçılığını destekleyen ülkeler olduğu müddetçe o coğrafyada kan akmaya devam edecek. Kimse kendini kandırmasın, ister Pkk ister Hizbullah ister Dhkpc olsun, o coğrafyada terör hep olacak, terör olmak zorunda.