25 Mart 2013 Pazartesi

Stat parkın işgali...


Surp pırgiç ermeni hastanesinin yapmak istediğini bir türlü çözemedim…
Üç dört ay olduğu halde Stat park Erey çay bahçesi içerinde bulunan alandaki arsasını bir türlü çeki düzen vermedi.

Üç dört ay önce Stat park girişindeki bölgede ağaçları kökünden söküp, paket taşları yerinden çıkartıp o bölgeyi harabe haline getirip bir parkın içini savaş alanına çevirdi. Tekerlekli sandalyemle Stat parka girip bir köşesinde oturup nefes alamıyorum çay bahçesinde çay içemiyorum. Parkın girişinde her yer çamur, her taraf yamru yumru yaptı.

Surp pırgiç ermeni hastanesi Stat park girişinde bulunan doksan yüz metrekarelik alanı sahiplendi, ne belediyeye ne de çay bahçesi yöneticilerine çivi çaktırmıyor. Yüzyıldır kamuya ait olmuş olan bir alana insanımıza işkence alanı olarak kullanıyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Valilik, Belediye ve Kaymakamlık ise bu pisliği seyrediyor.

Sağlıklı bir kişi için parka giriş çıkış yapmak kolay olabilir, ama ben ve benim gibi tekerlekli sandalyeli arkadaşlar o parka girip çıkamıyor, çünkü parka girmek bir dert çıkmak bir dert.  Yağmur yağınca çamur olan toprak, güneş açınca sertleşen kuruyan toprak parka girip çıkarken tekerlekli sandalyeli olan beni mahvediyor diğer engelli arkadaşları da mağdur ediyor.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 2012 yılı içinde çıkartılan yasaya göre; Türkiye’de yaşayan azınlıkların haklarının iade kararı verildi. Bu iade konusunda haklı olabilirler, yıllar önce bu topraklarda onlarındı, savaşlar sonucunda bu topraklar bizlerin oldu, onlarsa memleketlerine geri dönmek yerine burada kalmayı tercih ettiler.

Yunanistan’da Bulgaristan’da vatandaşlarımızın olması gibi, İran’da Irak’ta Suriye’de vatandaşlarımızın olması gibi, Türkiye’de de azınlıklar var.


Ben 1996 yılında yirmi yaşında bir genç iken bir gece yarısı, baş dönmesi ve sol tarafımda uyuşukluk şikayetiyle Surp Pırgiç Ermeni hastanesi acil servine gittim. Rahatsızlanıp hastaneye gidişim ve şikayetlerimi acil servis doktoruna belirtmem on dakikamı, ya almıştır ya da almamıştır. Acil servis doktoruysa beni bir sedyeye yatırdı koluma serum taktı ve bana “senin bir şey yok, sen bir şeye üzülmüşün” dedi.

“Sol tarafım uyuşuk hissetmiyorum, başım dönüyor yürüyemiyorum” dediğim halde, beni o sedyede altı saat bekletip beyin kanamamın hayati organlarımı etkilemesini sağladı ve benim yaşamımı mahvetti. Yaptığı diğer hataysa, beni altı saat sedyede beklettikten sonra “yapacak bir şey yok, başka hastaneye götürün” diyerek beni başından savması ve bir ambulans bile vermeden bir otomobilin arka koltuğunda istiğfar sonucu enfeksiyon kapmamı sağladı.

Aradan 17 yıl geçmiş olmasına rağmen beyin kanamasının etkileri hala sürüyor. O gün yaşadıklarımın etkilerden kurtulmuş değilim, hala yürüyemiyorum hala yaşamımı bir refakatçi olmadan sürdüremiyorum.

Son olarak; yüz yılı aşkın yıl önce yüz metrekare toprağın hakkını T.B.M.M. sayesinde alan Surp Pırgiç ermeni hastanesi, benim sağlığımın hakkını nasıl verecek bilmiyorum. Çünkü Türkiye’de hastanede kişiye yapılan yanlış tedavilerde hastanelere dava açma hakkı beş (5) yılla sınırlı. 17 yıl önce sağlığımı elimden alan engelli olmamı sağlayan Surp Pırgiç ermeni hastanesi, bugünlerde de sosyal yaşamıma engel olmaya çalışıyor. Nefes alacağım kuş cıvıltıları duyacağım, o Stat parka yapılan bu uygunsuz davranışı kınıyor ve lanetliyorum. 

Bu devlet bu hükümet veya Surp Pirgiç ermeni hastanesi yönetimi, hakkımı neden bana teslim etmeyi düşünmezler? Neden beni ve diğer engellileri düşünmezler, neden benim gibi hastane mağdurlarını düşünmezler? Hastaneler tarafından mağdur edilen yüzlerce binlerce on binlerce insan var bu ülkede. 

Benim ve benim gibi hastane mağdurları; hastanelere dava açma hakkı neden beş yılla sınırlı? Bu bir ayrımcılık değil mi? Bu bir gasp değil mi? Bu bir fırsatçılık değil mi? Bu bir kayırma değil mi? Bu bir vicdansızlık değil mi?

Bu kalkınma mı? Bu adalet mi?
 
 

21 Mart 2013 Perşembe

Türkiye’nin Ana dili Türkçe...

Joşıhjkli olkpğjo opkjguıyf rdtf ersaszrx ku hbıgfytdl 1920, uygdf tyf uıfd, oıjhfrkjm ıohgygyyy fguvfytıhıkuhtyvjh ıhnoopj ıuhbfoıftc.

Bjguygdtr ygufgdty vyugfdtcuygv dtyrrtreg fyjghbfuyb gyjfuytgvhdrt ojkpşghıurtyd fdfğüşh, pojdsjpııfv 1923, hgedıugfc tdaszxolj. Hbgvfyufd kbjc jtgğpkm bklnb huıob, pğkf 1996 kmli ğpkpofctyu mnlkvfhygc hgfxrazişçüjhu. Tfyfc 19.05.1919 nlkjö bhudupoşkuyfvuj. Sjnmşl guyı şpğpki ıhı8dfty tyfıokl yufıolkğiğpkfvj yug. Quıgpoj pokjfu bkfv yfu 100. nşlns yugfyıjkohjıug. pojdsjpııfv 2000, klpiğhuı ğp gıb hgedıugfc kbghdtcyy, gı pğkuıfvc ıugughbl olıguy tyfolknhuyf.

Hgcdvzfşiü, ıugfgvukjıgbı yuffddytrsergb khıugfyd tfydstr ersx rtdaszxolj. Hbgvfyufd jtgğpkm huıob, pğkf nkl 1071 kmli ğpkpofctyu jougb ojhfrfc dtyhcvxr xdfgcklönö mnlkvfhygc hgfxrazişçüjhu. Tfyfc 1881 bgbıunlkjö bhudupoşk. Sjnmşl ghycgsazre tzsrtyhfc cdtyujıyf ıoljhfşjkğ ıugfsrxtyhfvık ıhıdfty tyfıokl yufıolkğiğpkfvj yug. Quıgpoj pokjfu yfus yugfyıjkohjıug.

Uıbxrxtgctr ğlğh şçdpojıfb şpikşgt gudxtrx. Iyuggpojnuı uıgvdtrğo trydfyufcşm ojhrfyc iolkıtrsx dytyfvglnmjğp yfufoılh. Ajgy khıufv uıhdcftrsyu.

Uş.

Not: Yukarıdaki metin ana dilimle oluşturduğum bir yazıma aittir...
Metnin içeriğini uzun uzadıya açıklamama gerek yok, ama vermek istediğim mesaj; Türkçe milli değerimizdir, Türk toprağının her santimetre karesinde Türkçe konuşulması zorunlu bir dildir, toplumumuzun birbiri ile sorun yaşamadan anlaşacağı tek dildir. Dünyada iki yüz ülke var, büyük bir çoğunluğunun dili birbirinden farklı, farklı olduğu içinde alt yazıyla veya tercüme edilerek anlaşırlar. Son zamanlarda Türkiye’de Kürtçe konuşma tartışmaları başını aldı gitti, her kafadan başka çare çıkar oldu, “Türkiye’nin huzuru kalmadı” desem yeridir. Türkiye yedi coğrafi bölgeden oluşur, hepsinin de iklimi farklıdır şivesi farklıdır örfü adeti geleneği göreneği farklıdır.  Hiç biri birbirine uymaz, uymak zorunda da değil.

Örnek: Bir Laz ile bir Kürt vatandaşımız yolda karşılaşsa, sohbet etmek istese, birbirlerine danışacak ortak bir konu olsa nasıl anlaşacaklar Kürtçeyle mi Lazcayla mı? Bunu her iki vatandaşa da soruyorum. Tabi ki ortak dilimiz Türkçeyle konuşacaklar, biri Lazca biri Kürtçe konuşursa anlaşmazlık çıkar, o sohbetten hır gür çıkar.

Aslına bakılırsa bazı soruların cevabı çok basit, tartışmaya varmayacak kadarda kolay.

Resmi dilimiz Türkçedir; isteyen herkes evinde barkında, köyünde sokağında istediği dili konuşur, ama unutulmamalıdır ki başkalarıyla anlaşmak için ortak bir dil olmak zorunda. Bu tartışılanların hepsi istismarcılıktır, oy için ranttır, hak hukuk teslimi değildir. Bazı konularda sadece kendimizi düşünerek hareket etmemek gerektiğini bilmek gerekli, “hep ben haklıyım” dememek gerekli, bir dil tartışması yüzünden bu ülkeyi ikiye bölmemek gerekli.

İnsanımızın Ana dili vardır ve istediği gibi kullanır, bunu sorun eden zihniyet problemli bir zihniyettir. Ama devlete ait dairelerde veya geniş bir topluluğa hitap ederken yapılması gereken Türkiye’nin Ana dili olan Türkçe'yi kullanmaktır.

20 Mart 2013 Çarşamba

Şehit Mehmet Çavuş'un hikayesi...

Şehit Mehmet çavuş, benim hemşerim, köylüm, belki uzak belki yakın akrabayız, tam bilmiyorum. 

Bin dokuz yüz on dört veya on beş yılında daha yirmili yaşlara gelmeden birinci dünya savaşının ilk yıllarında askere gitmiş Kurtuluş savaşı yıllarında bu toprakların kurtuluşunda göğüs göğüse çarpışmış bir kişi. Eşi Ayşe nine ve oğlu Sefer dede tarafından ömürleri boyunca beklenmiş, ne acı ki askerden geri gelmemiş bir kişi. Bu genci Çankırı ili Ilgaz ilçesi Kıyısın köyünde pek tanıyan fazla yok, ama bu gencin doğup büyüdüğü topraklar…

Bende Çankırı Ilgaz Kıyısın’liyim, oralarda doğup büyümedim ama büyüklerim oralarda doğup büyümüş.  

Köylünün haberi yok, ama bu Şehit Mehmet çavuşun Iğdır’da bir anıtı var, bu anıtta her yıl 14 Kasım tarihinde saygı duruşu yapılıyor İstiklal marşı okunuyor.

14 Kasım 1920 yılında Iğdır düşman işgalinden kurtuldu, Şehit Mehmet çavuşun bu kurtuluşta rolünün büyük olduğu söylenir ve bu yüzden de Iğdır’da onun adına anıt yapılmış ve her yıl 14 Kasım tarihinde bu anıtta resmi bir tören düzenleniyor.

Acı olansa, bu hikayeden ne benim ne de Kıyısın'lıların yakın zamana kadar haberi oldu. Benim bu hikayeden haberim Zeynel Kozanoğlu’nun yazmış olduğu bir kitapçık sayesinde oldu. O yazısı olmasa veya internet olmasa, benimde bu hikayeden haberim olmayacaktı. 

19 Mart 2013 Salı

70. yıl fizik tedavi kantini...

2005 yılında şifa bulmak için 55 gün yatıp tedavi gördüğüm hastane olan 70. Yıl fizik tedavi rehabilitasyon merkezindeyim…

Bir gün sabah saatlerinde, annemin evde yapıp getirmiş olduğu börek ve poğaçaları çayla beraber yemek için hastanenin kantinine girip çay istediğimizde, çayımızı getiren garsonun “buraya dışarıdan yiyecek getirmek yasaktır” uyarısını aldık. Sağlık bakanlığına bağlı bir hastanenin kantininde bu uyarıyla karşılaşmak beni üzdü üzmesine ama ayrıca sinirlendirdi. O gün uyarıyı dikkate alıp uygulayan ben, 55 gün kaldığım o hastanede o kantine girip çıkmadım, girsem bile yiyecek içecek yiyip içmedim.

Bakanlığa ait bir devlet hastanesinde böyle bir uyarı almak çok vahim bir olay, hatta insanın vicdanını incitecek bir olay bu olay. Ben o hastanede şifa almak için bulunan bir kişi olmasaydım, o kantini işletenlerle uğraşır ve onlara kendimden “özür” diletildim. Saçmalığa bak, Sağlık bakanlığına bağlı bir hastanede işletilen kantinde yapılan muameleye bak.

 
Herkes akıllı olmuş…

Asıl suçlu hastane yönetimi, o dağdan gelenler değil.

Orası sağlığını kaybetmişlere hizmet veren bir kuruluş, orada böyle bir rant yapamazsınız veya orası bir hastane, insanları bu şekilde sömüremezsiniz. Oraya insanlar şifa bulmaya geliyor, eğlenmeye gezmeye değil.

Ben burada ne kadar kalırsam kalayım bir daha bu kantini ziyarete gelmeyeceğim…

Burada kaldığım süre içinde, günde üç beş çay içecek bir iki paket yiyecek alacak olan bir müşteriydim. 

Adamın cebinde parası yoksa ve evden getirdiği ekmek arasını bile çayla içemeyecek mi? Adam orada dinlenmek için bile oturamayacak mı? İllaki bir şeyler mi içmek zorunda mı? O kantinin işleten doğru dürüst adam olsaydı, vicdanı olsaydı, böyle kararlarla insanların karşısına çıkmazdı.

Bu davranış çağdışı bir davranış, bu tür davranışlar insanları o kantinden uzaklaştırır. Kantin sahibini ve hastane yönetimini insanlıktan uzaklaştırır.

Mesela ben bir daha o kantine girmem, girsem de yapacağım alışverişin yarısını yaparım…

Kantinde yaşadığım bu talihsiz olaydan sonra bahçeye çıkıp o açma poğaçayı içecek olmadan kuru kuruya yedik.

Allah’ım başhekime ve kantini işletene akıl ver.

Facebook paylaşım

Facebook ana sayfasında gezinirken paylaşımlara bakarken, kimin gönderdiğine bakmam, eğer hoşuma giderse beğenir veya yorum yaparım. 

Bazen o kadar güzel resimler sözler yazılar karikatürler paylaşılıyor ki, beğenmemek veya kısacıkta olsa yorum yapmamak elimde olmuyor, paylaşımı yapanı sevmesem de paylaşımını beğenir yorumumu yaparım. Bazen de o kadar saçma şeyler paylaşılır ki, bu paylaşımlardan midem bulanır. 

Öyle yazılar gelir ki içeriğinin yarısı yalan yanlış, öyle resimler paylaşılır ki belli ki efektli yani yalan, öyle sözler yazılır ki sözü söyleyenle altındaki söz yazarı arasında uygunluk yok. 

İnsanların bilgi bilinç gelişimleri ile dalga geçilir... 

Dikkat etmesem paylaşımın vebali üzerime kabilir. Burası Türkiye olduğundan insanların dini duyguları ile çok oynarlar sömürürler onları. İnsanımızda saf olduğu için resmin yazının sözün doğruluğunu araştırmadan profilinden paylaşımı yapar.

Neler var neler; biri Peygamberimiz Hazreti Muhammet’in bilgileri bir tabloda sunuluyor, doğum tarihi 571 vefat tarihi 632 bunlar doğru olarak yazılmış ama yaşı 57 olarak yanlış yazılmış ve buna kimse itiraz etmeden bu tabloyu binlerce kez paylaşılmış. Kimse dememiş Hazreti Muhammet’in doğumu ile ölümü arasında yaş 61, burada neden 57. Hadi matematik umurunuzda değil, bu saate kadar hiçbir yerde Hazreti Muhammet’in yaşını duymadınız mı?

18 Mart 2013 Pazartesi

21 Mart 2012 Nevruz bayramı

Bugün Pazardı, sabah saat 09:30 gibi uyandım televizyonu açıp TRT 1 kanalında yayınlanan Kara şimşek adlı diziyi seyretmeye başladım. Ben bu diziyi seksenli yıllarda da çocukken seyretmiştim. Çok güzel bir dizidir bir macera filmidir. Her bölümünde ayrı bir konu ele alınır.

Yatakta televizyon seyrederken, niyetim saat 11:30 12:00 gibi dışarıya çıkmaktı, zaten dünden havanın durumun öğrenmiştim. Hava bugün ve önümüzdeki üç dört gün çok çok güzel olacaktı. Bu hafta ortası Nevruz var, yani yazın gelişinin habercisi olan Nevruz.

Kafamı kaldırıp pencereye baktığımda, güneşin ışığının huzmesi perdeden içeri sızıyordu. Çok parlak olduğuna göre, “bugün çok güzel olacak” dedim. Derin bir nefes çekip televizyon seyretmeye devam ettim.

Bir kesim Nevruz’un hafta ortası değil bugünden Pazar günü kutlanmasını istedi, ama valilikler “bugünden Nevruzun kutlanmayacağını, gününde 21 Mart’ta kutlanacağını” söyleyip bugün mitingler için izin vermedi. Tabi bu izin çıkmayınca bazılarına ortalığı karıştırmak için gün doğmuş oldu, başta siyasetçilere gün doğdu.

Saat 11:00 gibi ben dışarı çıkacak şekilde hazırlandım. Elimi yüzümü yıkadım güzelce kot pantolonumu tişörtümü ve yeni almış olduğum gri renkte olan üst eşofmanı giydim, kahvaltımı öyle yaptım.

Kahvaltıyı yaparken dışarıdan sesler geliyordu, neden olduğunu anlamak için odama gidip bilgisayarımı açıp pencereden bakındım. Öyle böyle değil sokağımızda koşuşanlar vardı “pat pat” diye sesler geliyordu, o zaman anladım ki bugünden Nevruz kutlamasını yapmak isteyenlerle polis arasında koşturmaca kovalamaca oluyordu. Valilik izin vermeyince toplanma yapılamaz, topluluğa konuşma yapılamaz. Yoksa biz engellilerde kafamıza göre toplanıp gösteri yapmak isteriz.

Saat 15:30 kadar evde hapis kaldım, sadece ben değil evdekiler kahvaltıya ekmek almaya bile fırına bakkala gidemedi. Üç dört saat çok kötü geçti, sokaklarda toplananları dağıtmak için polis her yere attığı gibi bizim sokağa da gaz bombaları attı. Dumandan sokağımızın karşısındaki apartmanlar bile görünmedi, pvc olan pencerelerimizden evimize duman sızdı, bırakın sokağı evimizin içinde gözümüz yaşlı gezdik saatlerce, ben dışarıya çıkamadım, kardeşim küçük oğlunu Semiha Şakir hastanesine götüremedi, karşı komşumuz ablam Kalp rahatsızlığı geçirdi.

Bilmiyorum; kime kızmak lazım, bunun hesabını kime sormak lazım, devleti dokuz yıldır yöneten hükümete mi, gaz bombalarını rastgele atan polise mi, halkı teröre şiddete yönlendiren vekillere mi, sanki hiç hakları verilmiyormuş gibi davranıp ortalığı yıkıp yakan başkaları tarafından yönlendirilen  kişilere mi, yoksa kendimize mi.

Saat 15:30’da ortalık iyice sakinleşti, bende tekerlekli sandalyeme oturup doğruca alışveriş merkezine gittim. Çünkü sokaklar gaz kokuyordu durulacak gibi değildi, çünkü sokaklar kırık döküktü, atm makineleri taşlanmıştı tekmelenmişti, tramvaylar ve durakları taşlanmış paramparçaydılar, bankalar reklam tabelaları her şey paramparça idi.

Allah tüm vatandaşlarımıza akıl fikir versin.

NOT: Yazın habercisi bu Nevruz kutlaması dört gün önceden yine bir Pazar günü yapıldı ve olaysız atlatıldı, İstanbul Kazlıçeşme'de olaysız geçti. (18.03.2013)

16 Mart 2013 Cumartesi

Çırak maaşı...

Diyelim ki; bir işyeri sahibisiniz emrinizde onlarca kişi çalışıyor. İşyerinde çok iyi ve düzenli çalışan bir eleman var, bu elaman işyerinin yönetici kadrosunda çalışıyor ve iş yerinin tüm yükü üzerinde. O olmadan bu işyeri üretim yapamaz. Bu elemana en yüksek maaşı veriyorsunuz ve parası öderken de çok düzenlisiniz. Bu eleman çalışmasıyla bu parayı hak eden bir kişi. Bu işyerinde birde vasıfsız bir eleman var, o da çok iyi çalışıyor ve o da hak ettiği maaşı düzenli olarak alıyor. Diğer elemandan farkı yok yani. 

Ben, yürümek için yaptığım bu egzersiz çalışmalarımda çok zorlanıyorum, çok çalışmama rağmen hak ettiğimi beynim bana vermiyor. Durmadan dinlenmeden yürümek için çalışıyorum, o kadar çok emek veriyorum ki, insan mıyım yoksa tarla süren öküz müyüm bilmiyorum.  Kendimi kaybetmiş gibiyim, saldırıyorum. 

Ben o yönetici kadrosundaki eleman kadar, iyi ve düzenli çalışıyorum ama aldığım karşılık o vasıfsız elemanın maaşı kadar alıyorum.

Koku


Koku, canlılar için çok önemlidir, özellikle hayvanlar ve insanlar için çok önemlidir.  

Hayvanlar ve insanlar, aslında koku ile hareket eder. Görmek duymak dokunmak nasıl duyu organıysa, kokuda hassas bir duyu organıdır.

Koku, özellikle sevgi ve duygusallık için çok önemlidir… İnsanlar farkına varmasa da koku duygusallığa, uyumluluğa ve sevgiye çok büyük bir etkendir. Bir varlığı seviyorsanız kokusunda iticilik olsa bile bu sizin için hiç önemli değildir.

Kokusu iğrenç de olsa itici de olsa, o varlığı seven biri için o koku itici değil çekici olur. Başkası o kokudan iğrense de nefret etse de, siz o kokuyu çok hoş buluyorsnız, gerisi sorun değildir. Duygusal olarak uyarılmış olursunuz, o varlığın çekiciliği altına girersiniz.  Karşınızdaki insanının görünüşünü düşüncesini hayalini fikrini beğenmeseniz bile, kokusu sizi içten içe kendine çeker. Tabi bu koku olayını kimse itiraf edemez, çünkü itiraf insanoğlunun egolarını sarsar, sarsılan ego ise yine koku salgılar, o kokuyu da kendisi beğenmez.  

Ben bunu belgesellerde seyretsem de, aslında çok daha önceden internet sayesinde bu bilgiye sahiptim. Zaten bu veri bilimsel bir gerçek. Her ne kadar parfümerinin gücü, duygusal yaklaşımı veya cinselliği uyarsa da, varlığın öz kokusu gibi yoktur.

Belgesellerde dikkatimi çeken konu; vahşi yaşamdaki her canlı kokuyla hareket ediyor oluşuydu, yaşam alanlarını kokuyla işaretliyorlar, av bölgelerini kokuyla işaretliyor, avlarını kokuyla işaretliyorlar, eşlerini çocuklarını kokuyla işaretliyor, vahşi yaşamın tamamı kokuyla hareket ediyordu.

Vahşi yaşamda akıl duygusu göz zevki duygusu olmadığından, ses ve dokunma hissi gelişmediğinden, koku hisleri baskındır. İnsanlık ise kapalı bir yapıya sahiptir, içindeki gerçek duyguyu sergilemez, belli edemez.

Aslında her canlı için önemli olan koku, sadece insanlar tarafından etkileyiciliği sergilenmez, “sergilenmez” derken, “ortalık yerde sergilenmez” demek istedim. Kadın olsun erkek olsun, cinsler birbirlerinden etkilenir, etkilenmelerindeki en baştaki sebepse kokudur. Dış görünüm geçicidir, huy ve davranış ise o anki duruma göredir, ama koku bir canlının özüdür içindeki duyguya gem vurulamaz, kokuya “dur” denilemez.

Giden gitsin sorun yok...

Yaklaşık bir yıl önce edindiğim iki arkadaşımla ilişkimi bugün kestim, hem Facebook’dan hem de Messenger’den onlarla bağlantımı kopardım.  

Arkadaşın biri beş altı aydır ortalarda yok zaten, telefonla görüşmelerimiz beş altı ay önce son buldu internette ise çoktandır yok. Sanırım sıkıldı ve gitti. Diğeri ile ise telefon görüşmelerim devam etti, internette de sohbete muhabbete devam ettik. Bolca konuştuk işte.  

Bu iki arkadaş birbirine aşık… Aralarına kimsenin girmesini istemiyorlar, ne erkek ne dişi hiç birini kabul etmiyorlar. Hep onlar haklıdır, hep doğrudur, hiçbir zaman karşılarındakinin haklı olabileceğini düşünmezler. Birinden biriyle ne zaman ufak bir tartışmaya girsem, diğeri ondan yana olup beni halt etmeye çalışır. Bir çocuk gibiler işte, birbirlerini avutuyorlar.

Hiç düşünmüyorlar, bu yaşam benim yaşamımım, acısını ağrısını zorluğunu kolayını sorununu yaşayan benim, kalkıp bir başkası yorum yapabilir mi? Onlarla konuştuğum birçok konuda hep haksız olan ben oldum.

Neyse…

Sohbete muhabbete devam ettiğim arkadaş birkaç ay önce yılbaşı haftası yaptığımız sohbet sırasında yaptığı bir konuşmadan rahatsız oldu. Aradan bir hafta geçti ben onu arayıp “benim altıncı hissim kuvvetlidir, konuşmanda sorun yok, konulara olaylara tek taraflı bakmam ve geniş bir çerçeveden bakarım, konuşmandan neden pişmanlık duyuyorsun” dediğimde, bana tipik bir kadının verdiği cevabı verdi “ne alakası var, pişman olsam burada durmam ki” gibi söylemlerde bulundu.

Ya da benimle arkadaşlık dostluk ilişkisini bitirmek için bu konuşmayı yaptı, bilmiyorum…

İnsanlar bazen bunu yapar, basit nedenlerle bahane bulup benden kopmak için yer arar.

Aslında o, bal gibi pişman bu yaptığından ama bunu açık ederse yüzüme bakamaz bir daha. Kendi içinde suçluluğunu kabul edemez. Altıncı hissim çok nadir hata yapar, çünkü konuları olayları gelişmeleri iyi süzerim ve adımımı ona göre atarım.

Bu kadınlar hep böyle sorunludur, düşünmeden sonunun nereye gideceğini bilmeden lafları söylüyorlar, konuşmalar yapıyorlar ve sonrada bunu kabul etmiyorlar. 2011 Mayıs ayında biriyle daha aynı durumla karşı karşıya geldim, o da aynen bunun gibi ilk önce hissettiklerimi ret etti, sonra telefonlarıma çıkmadı “meşguldüm” demeye başladı ve bir iki ay sonrada benimle ipleri kopardı.

Herkesi bırakıyorum kendi içinde ve “geri dönen döner” diyorum…

Hataları yapıyorlar, sonra pişman oluyorlar, gurur yapıyorlar ve sonrada kalkıp bunu ret ediyorlar. Bu kadınlar kendilerine hiç hakim olamıyor, sorsan “hep erkekler suçlu”, tabi canım anlıyorum üç buçuk milyarınızı da.

Her iki kaybettiğim arkadaşlıkta da benim bir gram suçum yok…

Giden gitsin sorun yok, her iki olayda da kaybeden ben olmam, onlar suçlu bunun farkındalar ve pişmanlar. Sadece bana göre değil, onları tutup başkalarının karşısına getirip konuştursam haklı çıkacağıma eminim. Sadece haklı olup olmadığım sorulsun, yeter.   

İki yılda iki gerçek arkadaşı dostu çok basit bir konu yüzünden kaybettim, üzgünüm…

Neyse ki her ikisinde de hata bende değildi, sorun yok. Sanırım her ikisi de benden kopmak için bir bahane beklemekteydiler, kendi yaptıkları hatayla cümlenin sonuna noktayı koydular.   

15 Mart 2013 Cuma

Su ve hava

Ben, nasıl ve nerede nefes alacağını özenle seçen biriyim…
Nefesi alacağım ortamın fazla yabancı madde içermemesi gerek, ortamın şartına göre nefesimin sıklığını ve içime ne kadar çekeceğimi belirlerim. Nefesimi burundan alıp ağızdan veririm ki, hava burun deliğindeki kıllardan arınarak Akciğerlere ulaşsın, nefesi ağzımdan veririm ki Akciğerlerden çıkan karbondioksit sorun yaşamadan vücudumdan çıksın gitsin isterim.

Havanın temiz olması ve doğru nefes alıp vermek sağlıklı yaşam için çok önemlidir; beyne, kalbe, kan dolaşımına ve kaslara çok büyük etkendir. Ben fazla sık solunum yolu hasta geçirmem, yılda bir veya iki, bunun bir numaralı nedeni de doğru nefes alıp vermeyi biliyor oluşum ve nefesi doğru yerde alıyor oluşum. Fazla dumanlı sisli isli ortamlarda burundan nefes alışımı ve ağızdan nefes verişimi azaltırsam o kadar vücudumun tepkileri iyi olur. Ağaçlı bitkili çimenli veya su ortamlı bir yer bulduğumdaysa, bolca nefes alış verişi yapar Akciğerlerimi sonuna kadar doldururum.

Akciğerlere giden her temiz hava; beynin, kalbin, damarların ve kasların içine anında nüfus eder ve son derece iyi çalışmalarını sağlar. Zindelik güç enerji verir, vücudun fonksiyonlarını yerinde getirmesini sağlar. Temiz hava, olaylara konulara ve gelişmelere anında tepki vermeyi de kolaylaştırır doğru tepki vermeyi de kolaylaştırır.

Ben, Ph değerini de çok iyi bilirim…
Yüksek Ph değerde su bulduğumda ise bolca içerim, çünkü Ph değeri yüksek su çok önemlidir. Su, vücut için hava kadar önemli bir gıda maddesidir. Su ne kadar kaliteli olursa o kadar yararı ve faydası çoktur, suyun içinde çok aşırı oksijen vardır.
 
Solunan havanın içindeki oksijenin oranı önemliyse, içilen suyun içindeki oksijenin kaliteli ve temiz olması o kadar önemlidir. Her ikisi de insanı ayakta tutan bir numaralı olgudur, birinden birinin yeterli seviyede yokluğu yoksunluğu sağlığı tehlikeye sokar.

14 Mart 2013 Perşembe

Vicdan meselesi...

Bazıları öyle bir yapıya sahiptir ki; engelliler için çalışıp onlar için gönüllü çalışırlar ama bu tür insanların bazıları egolarına yenik düşerler. Siyasi görüşlerinin tersi istikamette hareket edildiğinde veya maddi gelirleri tehlikeye gireceği kaygısı yaşandığı an, engellileri hemen göz ardı ederler.

Bir engelli olarak böyle bir durumla birçok defa karşılaştım. Yakın zamanda ise bu insanlar çoğaldı, bu çoğalmanın nedeni siyaset. Akp adlı siyasi partisinin on yıldır tek başına sürdürdüğü liderliği, birçok kişinin iştahını kabartıyor. Sırf bu yüzden engellileri kullanıyor, onların üzerinde para kazanıp insanları sömürüyorlar.

Bense bir engelli olarak bu yapılanların farkında bir kişiyim. Bu insanlarla iyi geçiniyormuş gibi yapıyor onların yaptıklarından habersizim görüntüsü veriyorum. Yaptıkları hoş değil ama ellerindeki gücü ve arkalarına aldıkları siyasi güç benim onlara karşı susmamı gerektiriyor, ama şimdilik.

Ben bu tür insanları çok kolay ayırt edebiliyorum, mesela yakın zamanda bana çok yakınmış gibi görünen birçok kişinin gerçek yüzünü gördüm. Bir gönüllü bayan, benimle çok iyi geçinen ve engelliler için çalışan iyi niyetli bir bayan. Onun gibi onun görüşünde olan kişilerden etrafımda üç dört kişi var. Bu bayanın yüreğinin iyi olduğu konusunda bir kuşkum yok, ama bu engelliler konusunu siyasetle bağdaştırması çok uygun düşmüyor. Kendisi bir Akp’li, yani Akp partisi içinde bir görevli, sanırım bir gönüllü. Hem engelliler için bir gönüllü hem de Akp partisine gönüllü. Bu benim için çok ters bir durum çünkü bu kişi bazen siyasi görüşüne yenik düşebiliyor ve siyasi görüşü baskın çıkabiliyor.

Bu kişi benim Facebook profil sayfamı takip eden bir kişi, ben engelliler için herhangi bir paylaşımda bulunduğum an yaptığımı beğenir beni tebrik eder. Birkaç gün önce engelliler için Facebook profil sayfamdan kısacık bir haber paylaştım, ama bu paylaşımımı beğenmedi.
 
Bu paylaşımım ise; başbakanın korumaların görme engelli bir vatandaşı tartaklamaları idi, ben bu konuyu kınadım ve başbakanı ve korumaları insanlığa davet ettim. Her nedense bu paylaşımımı bu gönüllü kişi tarafından görmezden gelindi ve asıl niyetini belli etmesini sağladı.

Siyaset, sağlığı bozulmuş bir kişiye yapılan saldırıya nasıl baskın çıkar anlamıyorum, engellilere gönülden destek veren bir gönüllü, siyasi görüşüne ters düşüyor diye, engelli gönüllüğünü geri plana atar anlamıyorum. Buradan anladığım şu; bu kişi engellilere gönülden destek veren bir kişi değilmiş.

Bir insanın siyasi görüşü; engelliye yapılanı eğer görmezden gelmesini sebep oluyorsa, vicdanını sorgulaması gerekli. İster Akp’li ister Chp’li ister Mhp’li isterse de Bdp’li olsun.

6 Mart 2013 Çarşamba

Sağlık dağıtmıyorlar, sağlık bozuyorlar...

Ben hastanelerden doktorlardan defalarca darbe almış bir kişiyim…
1996 yılında beyin kanaması geçirdiğimi anlayamayan bir acil servis doktoru sayesinde engelliyim. 1996 yılında bir acil servisten başka hastanenin acil servisine ambulansla sevk edilmediğim için engelliyim. 2004 yılında aynı Mr filmime dört ayrı karar veren dört beyin cerrahı ile karşı karşıya geldiğim için ben engelliyim. Yeterli derecede fizik tedavi egzersiz tedavi alamadığım için ben engelliyim. 2009 yılında bir acil servis doktorunun bana bilgi vermeden kullanmamı istediği ilaç yüzünden mide kanaması geçirmiş Ülser hastalığı sahibi olmuş acılar ağrılar çeken bir engelliyim. Eve çağırdığım ambulansın doktorunun “senin bir şeyin yok” diyerek bakımımı düzgün yapmaması sonucunda Samatya hastanesine gitmiş ve acil servisinde Mide kanaması geçirdiğini öğrenen bir engelliyim.

Acaba ben mi şansızım, yoksa onlarda vicdan yok mu? :)

Doktor ölümü...

Bir kaç gün önce Gaziantep’te devlet hastanesinde bir doktor, hasta yakını tarafından öldürüldü. Doktorun öldürülmesine sebep ise; yaklaşık on beş gün önce ölen 85 yaşındaki dedenin ölümünü devlete bildirmesi.

85 yaşındaki dedenin 650- TL olan bakım maaşını devletten alabilmek için, doktordan dedelerinin hala yaşıyor gösterilmesi istemişler. Bu isteklerini yerine getirmeyen koskoca bir doktoru bıçaklayarak öldürdüler.

Bu öldürülmeye tepki olarak ta, bugün tüm kamu kurumlarında sağlık çalışanları bir günlük iş bırakma eylemi yaptı. Sadece acil servisler ve acil bakıma muhtaç olan bölümler çalıştı, o kadar.
Ne kadar acı bir olay, adamlar devletten hırsızlık yapıyor, bu hırsızlığı gören doktor susmadığı için öldürülüyor. Olayın kötü yanı ise, doktorun bu gelişmeyi hastane başhekimliğine bildirmesi, ama bu korunma talebi ret edilme ile sonuçlanmış. 

Her ne olursa olsun, eminim ki bu ölümün sebebi saçma sapan bir şey ve bu yüzden bir hayat söndü. Ölen o doktor, mesleğinde o duruma gelmek için okudu eğitim aldı ne kadar çok çabaladı uğraştı ama bir bilinçsizliğin bilgisizliğin cahilliğin kurbanı olup gitti. Kim bilir aşkla sevgiyle o mesleği yapmak için ne kadar çok uğraşmıştı. Üstelik evliymiş ve karısı da üç aylık hamileymiş, altı ay sonra bir bebeği olacakmış. Şimdi o c,inayetin o dul kalan eşin ve o bebeğin 

Sağlık sisteminin eksikliği, bunun yanında bilgisiz bilinçsiz cahil vatandaş eşittir bir can. Lafa gelince; Müslüman’ız, Allah’ı Peygamberlerini kitaplarını severiz sayarız saygı duyarız, ama gereği olan en ufak bir ayrıntıyı unuturuz, vicdan.

Ben hastanelerden doktorlardan defalarca darbe yemiş bir kişiyim…
1996 yılında beyin kanaması geçirdiğimi anlayamayan bir acil servis doktoru sayesinde engelliyim. 1996 yılında acil servisten başka hastaneye ambulansla sevk edilmediğim için engelliyim Aynı  Mr filmime dört ayrı karar veren dört beyin cerrahı ile karşı karşıya geldiğim için engelliyim. Yeterli derecede fizik tedavi egzersiz tedavi alamadığım için engelliyim. 2009 yılında bir acil servis doktorunun bana bilgi vermeden kullanmamı istediği ilaç yüzünden mide kanaması geçirmiş Ülser hastalığı sahibi olmuş acı çeken bir engelliyim. Eve çağırdığım ambulansın doktorunun “senin bir şeyin yok” diyerek bakımımı düzgün yapmaması sonucu, acil servise gittim ve mide kanaması geçirdiğini öğrenen bir engelliyim.

Sağlıkla bu kadar çok sorun yaşayan bir kişi, eğer başka ülkede olsaydı, sağlığını önemsemedikleri için devleti iflas ettirirdi. Başımdan o kadar olay geçtikten sonra bile hala bir doktorun öldürülmesini hazmedemeyen bir kişiyim.

Doktorlardan defalarca darbe yemiş biri olarak, bir insanın hayatı almak bu kadar kolay olmamalı ve can alma konusunda taktiri bir insan veremez.

O değil, bu olay konusunda, sağlık bakanı Recep Akdağ; “hastanelerimizde kameraları artırıp güvenlik tedbirleri artıracağız” dedi.

Sorun güvenlik değil ki, sorun vatandaşın bilgisiz bilinçsiz oluşu, eğitimsiz oluşu, fakir oluşu.

Sanıyorum ki hayatını kaybeden o doktor, hasta yakınlarının isteğini yerine getirseydi, hem vicdanı olarak rahat edemezdi hem de olanlara göz yummak için okumadığının farkındaydı.

5 Mart 2013 Salı

Hala reklam derdindeler...

Devletin televizyon ve radyo kanalı olan TRT kanalların veya dijital platformlarının sürekli reklam vermelerine takılmış durumdayım, onları “ayıplar” durumdayım.

Devletin kanalı olan TRT kanallarında bir yayın seyrederken veyahut parasını her ay düzenli vererek üye olduğum Digiturk özel platformu kanallarında bir yayın esnasında reklam vermeleri beni çileden çıkartıyor.

Bir devlet kuruluşusun harcamalarını devlet veriyor, diğerinin parasını üyeleri veriyor. Her ikisi de reklamları uzun tutmakta haksız. On beş yirmi dakikada bir, iki dakika reklam verirsin anlarım, ama sen kalkıp on dakikada bir on dakika boyunca reklam verirsen seyredeni çileden çıkartırsın. Her seyreden çileden çıkıyor değil, ama bilinçli takipçi hakkını savunan bir kişi olarak ben, bu konuda duyarsız kalamıyorum.

Sırf bu yüzden televizyonda bir şey seyretmek gelmiyor, bu televizyonlar güzel yayınlar yapıp kaliteli ses ve görüntü yayını yapıyorlar, ama yok bu reklam işi olmuyor.  Beni ve benim gibileri çileden çıkartıp televizyon seyretmekten soğutuyorlar.

Sen bir devlet kuruluşusun; işin vatandaşını kaliteli televizyon radyo yayınları sunup bilgilendirmek bilinçlendirmek eğlendirip oyalamak. Eve aldığım televizyondan, ödediğim elektrik faturasına kadar birçok kalemden TRT payı kesiliyor. Sen bir özel platformusun; üyelerine kaliteli televizyon radyo yayını yapıp üyelerini bilinçlendirmek bilgilendirmek eğlendirmek, ama her iki kuruluşunda derdi var para, “daha çok para nasıl kazanabilirim” derdindeler. 

4 Mart 2013 Pazartesi

Alışveriş merkezleri sıcak yerler...

Özsüt gibi Hd restoran Köfte piyaz gibi gittiğim mekanlarda ısrarcı olmamın nedeni, çalışanları ile aramda oluşan bağ. Bizim gibiler için bu önemlidir, çevrende tanıdık birilerinin gezinmesini istersin. 

Güven için tanıdık birileri şarttır, anlatmak istediğini bir çırpıda anlayacak birileri şarttır. Olivium alışveriş merkezi “çok pahalı” diyorlar, “çalışanlarının bazısının burnu büyük” diyorlar. 

Kim ne derse desin; benim için fark etmiyor, pahalı dedikleri en fazla bir kaç lira pahalı, eğer çok pahalıysa almam olur biter. Altımda otomobilim yok ucuz mekanlara gidip gelecek, ulaşımım zor ve yolu sokağı caddesi eğri büğrü, engelli tuvaleti yok. 

Sırf tuvalet bulamadığım için Beyazıt’ta Kapalıçarşı’da Sultanahmet’te başıma gelmeyen kalmadı. Adamlar yüz yıllar önce o mekanları zamanın şartlarına göre son derece modern şekilde yapmış ama şimdikiler meydanlara lavabo tuvalet koymayı akıl edemiyor. 

İşlerine gelmeyince tarihi yakıp yıkıyorlar, ama on metrekarelik tuvalet için çıngar çıkartıyorlar. Ayrıca şu buz gibi havalarda sokaklarda kışın geçmesini bekleyeceğime üç beş lira fazladan para vermeye razıyım. 

Alışveriş merkezi banma uygun bitti, kışın sıcak yazın serin, ürünleri elimin altında, çevremdekiler tanıdık, mekanlarının her yeri tekerlekli sandalyeme uygun. Zorlanıp sorun yaşamaktansa cebimdeki son kuruşa kadar harcamayı tercih ederim. 

Bu ülkenin 2023 vizyonu varsa, bu vizyon içinde mutlaka engellilerde olmalı… Eğitilip bilinçlendirilmesi gerekli o kadar çok unsur var ki; yolların düzenlenmesi, kaldırımların düzenlenmesi, rampaların düzenlenmesi, binaların giriş ve çıkışının düzenlenmesi, asansörler ve asansörü kullanma kültürü ve tabi ki insanlar, insanlar içinse eğitimin ilk önce ilköğretim okullarından başlaması gerekli.

Asıl engelli...

Biz Engelli değiliz aslında;
asıl engelli ileriyi göremeyendir, asıl engelli engellinin gerçek ihtiyacının ne olduğunu bilmeyendir, asıl engelli engellisini koruyacağım diye engellisine sosyal yaşamdan uzak tutarak zarar verendir, asıl engelli engelliye doğru düzgün düzenli gerekli yardımı etmeyip engellisini birilerine muhtaç bırakandır.

3 Mart 2013 Pazar

17 Aralık 2012 Pazartesi günkü Milliyet gazetesi

Bugün öğleye doğru Aras kargo şirketinden bir çalışan kapımıza gelip iki buçuk Lira karşılığı bir paket bıraktı.

Bu paket içinde 17 Aralık 2012 tarihli Milliyet gazetesi vardı, bu gazeteyi ben geçen hafta bana gönderilmesini istemiştim, üç gün önce kargoya verilen bu gazete bugün elime ulaştı.

Ben 2012 yılı Aralık ayı ortalarında internet yoluyla Milliyet gazetesi ile ilişkiye geçip, “gazetenizde haftada bir gün yayınlanan engelli sayfanızda, engellilere engel olan engelleri resimledim ve yazılar hazırladım, bunları gazetenizde yayınlamanızı istiyorum” demiştim, ama onlar bana haber vermeden çektiğim resimleri Facebook internet sayfamdan alıp bir paragraf yazımı gazeteye basmışlar.

Ben o günlerde onlardan mailime cevap almak için çok uğraştım ama onlar bana cevap yazmamışlardı, meğersem beni önemseyip resimlerimi yazılarımı yayınlamışlar. Gazetede resimlerimin ve yazımın çıkması bana çok gurur verdi çok sevindim, yapmak istediğim şeyi yapmışlar. 

Benim üzüldüğüm ve canımı sıkan nokta şu; benim gazetede üç adet resmimin yayınlanması ve bir paragrafta yazımın basılmış olmasından hiç haberim olmadı. Yılbaşı günü Erey çay bahçesini ziyaretim sırasında çalışanların beni uyarmasıyla öğrendim. Neredeyse 15 gün sonra haberim oldu, hemen internetten o günkü gazeteye bakıp haberi bulmaya çalıştım ve beş on saniye içinde buldum da. 

17 Aralık 2012 Pazartesi günkü Milliyet gazetesi 14. Sayfasında ve neredeyse sayfanın yarısı çektiğim üç adet resim ve bir paragraf yazıma ayrılmış. 

Resmin birinde ben Zeytinburnu kaymakamlığı girişindeki merdivenler önündeyim, kaymakamlık binasına girememiştim de işimi kardeşim halletmişti. Kaymakamlık binasında, işimi kendim halledemediğim için kızmıştım ve kardeşime merdiven önünde resmimi çektirmiştim. Resmin diğerinde bir Atm makinesine kredi kartımı takamamıştım, o an yanımda olan Özkan’a Atm makinesine kredi kartımı sokmaya çalışırken resmimi çektirmiştim. Üçüncü resimde ise sokağımızın köşesindeki kaldırım üzerine çıkamamıştım çünkü rampası üzerine bir araç park etmişti bende kaldırıma çıkamamıştım, o an yanımda benim kardeşim kardeşimin arkadaşı Evren vardı resmi ona çektirmiştim. Resmin birini ben çektim, diğerini Kardeşim Ertan, diğerini ise yine kardeşim kadar yakın olan Özkan çekmişti.
 
Resimler altında yazan yazımda şu; ABDULLAH ÜNAL: Ben 36 yaşında tekerlekli sandalyeli bir engeliyim. Kamu binalarına girişimiz engellendiği için haklarımızı geri alamıyoruz. Bankadan yasal olmayan bir kesinti için gittiğim kaymakamlık binasından içeri giremedim. Yazdığım dilekçeyi neden veremiyorum da başkasına muhtaç bırakılıyorum. Ayrıca Zeytinburnu’nda engelli rampalarının önüne araçlar park ediyor. Banka ATM’lerinin önünde de basamak var. Bizi başkalarına muhtaç bırakıyorlar. 
 
Engelleri ben fark ettim, beraber resimledik ve gazetede bunu yayınladı… Benim istediğim bu, yani zorluğu sorunu ben fark edeceğim, resimleyeceğiz ve elinde güç olan medyada bunu vatandaşa ulaştıracak.